Translate

23 Mart 2013 Cumartesi

CAN ÇEKİŞEN TÜRKİYE - PİERRE LOTİ




ÖNSÖZDEN:
Pierre Loti, Trablusgarp savaşında Italyanlar’ın, Balkan Harbi'nde ise Müttefikler’in (Bulgaristan,Yunanistan, Sırbistan, Karadağ) Türk ve müslümanlara yaptıkları zulüm ve katliâpıların yakından şahidi oldu.

Avrupa devletleri, Osmanlı İmparatorluğumu sarsan bu savaşlar sırasında, daima haksızın ve kan dökücülerin yanında yer aldı. Bunun birinci sebebi ise, yıkılması istenen İmparatorluğun mirasına konmak düşüncesi, ikinci sebebi ise, Avrupa’nın, bütün teknik gelişmelerine rağmen bir türlü tesirinden kurtulamadığı dini fanatizm’dir.

Bunun gözle görülür misâlini, o sıralarda Balkan devletlerinin askerî bakımdan en güçlüsü Bulgaristan vermiştir. Bulgar Kralı Ferdinand Koburg, Avrupa’yı din yönünden etkisi altına almak ve gerekli yardımı sağlamak için, Balkan Savaşı’na bir «Haçlılar seferi» süsü vermiş ve bu propagandayı bütün savaş süresince başarıyla yürütmüştür.

Gerek Trablusgarp fâciası, gerekse Balkan Harbi sıralarında, bütün batı toplumu elbirliği ile İtalya ve müttefikleri desteklemiştir, öyle ki, Avrupa basınında. Türkler ve müslümanlar lehine hiçbir yayın yapılmamış, gerçekler tamamen tersyüz edilmiştir.

Bu acı ve ümitsiz günlerde, sâdece birkaç yazar, dinî ve politik çıkar hesaplarını bir yana bırakarak, ezilenlerin tarafını tutmak cesaretini gösterebilmiştir. Bunların başında, arkadaşı Claude Farrâre ile birlikte Pierre Loti gelir, değerli yazar, Türkleri haklı gösteren hiçbir yazının yayınlanmasına istekli görünmeyen Fransız basınında, kendisine zar zor bir yer bulabilmiş ve böylece, gerçekleri olduğu gibi aksettirmek imkânına kavuşmuştur.

Orijinal adı «La Turquie Agonisante» olan bu kitap, bu yazıların derlenmesiyle meydana gelmiştir. Burada bazı sorular akla gelebilir: 

Pierre Loti, Türk ve İslâm dünyasını neden bu derece içten bir sevgiyle desteklemiştir? Neden bu uğurda dindaşlarını karşısına almak ve onların türlü hücumlarına uğramak riskini göze almıştır? Bu davranışı, gerçek bir hak aramak düşüncesinin sonucu mudur, yoksa, duygu dünyasını tatmin etmek gayesini mi gütmektedir?

Bu soruları bir bu kadar daha uzatabiliriz, fakat netice değişmez. Çünkü ortada duran bir gerçek vardır; o da: Sömürülmüş, aldatılmış, kaderine terkedilmiş bir Türkiye’nin, küçük hesaplardan uzak kudretli bir kalem tarafından dünya ölçüsünde müdafaasının yapılmış olmasıdır. Bu da yeter bir tesellidir.

Pierre Loti de bir batılı olarak elbette doğduğu memleketin menfaatlerini düşünmek zorundaydı. Fakat, bu menfaatlerin elde edilmesi için uygulanmasını istediği metodlar, hiçbir zaman, başkalarının öne sürdüğü insanlık dışı vahşet metodları değildi. Çünkü o, Doğu medeniyetini ve onun kaderci insanlarını gerçek bir samimiyetle seviyordu. Onların, Batı medeniyeti karşısında âciz ve güçsüz mahvolmalarını istemiyordu.

Ama, onların teknik ve endüstri hamlelerine girişip, Avrupa’nın makine medeniyetini ülkelerine getirmelerini de istemiyordu. 

Doğu, sessiz ve rahat, kendi köşesinde olduğu gibi kalmalı, hiçbir gelişme ve değişme, onların yüzyılları kavrayan büyüsünü ve orijinal güzelliğini bozmamalıydı. Bu, duyguların emrinden dışarı çıkamayan bir romantik’in istekleridir; fakat, ne yazık ki, gerçeklerin dışındadır.

Pierre Loti’nin Doğu’yla ilgili romantizmi bu bakımdan gerçeklerin dışına taşsa da, yine bir yerde, insancı bir görüşe yönelmektedir. O bugün bile Avrupa’yı tesiri altında tutan din taassubundan uzaktır. İstanbul’un İslâmî silûeti, Halic’in eski devirleri yaşatan havası, camiler, minareler, saraylar, kubbeler...

Bütün bunlar, bir ölçüde, ruhunda güzellik duygusu bulunanları ayrı dinden olsalar da, tesiri altına alabilir.

Evet! Ancak bu kadar... Fakat Pierre Loti, bu kadarıyla yetinmez. O, bu İslâmî hava içinde yaşayanları da sever. Hem de, asırlık çınar ağaçları altında nargile fokurdatan, az’a kanaat eden, kaderine boyun eğen, başı sarıklı koyu müslümanları.. Ve bu tutumu, onu diğer batılılardan ayırır. 

O Batı ki, bütün medeniyetinin sebebini Hıristiyan dininin yüceliğine bağlar. Müslümanlık, bir ilkel dindir onlarca. Bütün geriliklerin, bilgisizliklerin, ilk ve kesin sebebidir. Bu bakımdan, müslüman ülkeleri, batılılar için, sömürülmesi gereken açık pazarlardır.

Bu genel hüküm, pek tabiidir ki Türkiye’yi de içine alır. Ve bunca muhteşem tarih mirası, fetihler ve kurulmuş yüce medeniyetler, dinî bir perspektiften incelenir ve reddedilir. 

Bu sözleri ispat etmek için, Doğu ve Batı yazarlarının fikirlerine birazcık eğilmek gerekiyor, ilk olarak ünlü Fransız düşünürü Ernest Renan’ı ele alalım.

Renan’a göre, İslâmlık, ilimle bağdaşamayan bir dindir:

«Felsefe veya bilim adı verilebilecek her şeye, İslâmlığın ilk yüzyılı kadar yabancı kalmış hiçbir şey yoktur. Yüzyıllardan beri sürüp giden ve Arabistan’ın vicdanını semitik Tanrı birliğinin türlü şekilleri arasından muallâkta tutan bir din mücadelesinden doğan İslâmlık, rasyonalizm veya bilim denilebilecek herşeyden
bin fersah uzaktır. Bu mücadeleye, onu bir fütûhat ve yağmacılık vesilesi sayarak katılan Arap atlıları, devirlerinde dünyanın en yaman savaşçıları idiler. Fakat muhakkak ki, onlar dünyanın en az filozof insanları idi.» .... (Renan — Nutuklar ve konferanslar)

Renan, İslâm medeniyeti, İslâm san’atı, İslâm felsefesi gibi sözlerin, bir yanlış anlamadan ileri geldiğini, gerçekte bunların mevcut olmadığını ileri sürüyor:

«Bahsetmek istediğim şey, Arap bilimi, Arap felsefesi, Arap san’atı, İslâm bilimi, İslâm medeniyeti sözleri ile ifade olunan yanlış anlamadır. Bu nokta üzerinde edinilen belirsiz fikirler, hususiyle yanlış muhakemelerden ve hattâ bazıları hayli ağır olan amelî hatalardan ileri gelmektedir. Zamanımızda olup biten şeylerden azçok haberi olan herkes, müslüman memleketlerinin bugünkü geriliğini, İslâmlıkla idare edilen memleketlerin inhitatını, kültürlerini ve terbiyelerini yalnız bu dinden alan ırkların fikir bakımından sıfır durumda oluşlarını açıkça göstermektedir. Doğu’ya veya Afrika’ya gitmiş olan herkes, hakiki bir mümin’in kafasının ister istemez dar bir nevi çemberle kasılı olduğunu ve bu çember yüzünden, o kafanın bilime mutlak surette kapalı, bir şeyler öğrenmek ve yeni fikre açılmak kabiliyetinden mahrum bulunduğunu hayretle görmüştür. On- on iki yaşlarına kadar bazan hayli uyanık olan müslüman çocuğu, din terbiyesi görmeye başladığı yaşlardan itibaren, birdenbire mutaassıplaşır, mutlak hakikat sandığı şeye sahip olmanın verdiği budalaca gurura kapılır, kendini alçaltan şeyi bir imtiyaz sanarak mesut olur.».... (Aynı eser — sayfa 184, 185)

Renan bu aşırı düşüncelerden sonra, İslâmlığı savunanlara karşı hücuma geçiyor:

«İslâmlığı müdafaa eden serbest düşünceliler onu tanımıyorlar. İslâmlık, ruhanî ile cismanî’nin birbirine kaynaması, bir akidenin tahakkümü, insanlığa vurulan zincirlerin en ağırıdır. Ortaçağ’in ilk yarısında, tekrar ediyorum, İslâmlık mani olamadığı felsefeye tahammül etti; mani olamaması, henüz insicamsız olmasından,
terör için iyi teşkilâtlanmamış bulunmasındandı. Evvelce de söylediğim gibi, polis hıristiyanların elinde idi. Ve başlıca iş olarak alevîlerin teşebbüslerini önlemekle meşguldü. Pek çok şey, bu gevşek ağın örgüleri arasından kaçıp kurtuluyordu. Fakat İslâmlık, eline âteşin imanlı yığınlarını geçirir geçirmez her şeyi yakıp yıktı. Dinî terör ve riya revaç buldu. İslâmlık zayıf zamanlarında liberal, kuvvetli zamanlarında sert ve haşin davrandı. Bundan dolayı, İslâmlığın yok edemediği bir şeyi, onun için şeref vesilesi saymıyoruz. Onun başlangıçta yok edemediği felsefe ve bilimi, kendisi için bir şeref saymak, tıpkı modern bilim keşiflerini ilâhiyatçılar için şeref saymak gibi olur.» ..... (Aynı eser — sayfa 199, 200)

Ve sonunda, müslümanların bir boyunduruktan kurtulmaları için, dinlerinden vazgeçmelerini tavsiye ediyor:

«Bazı kimseler, konferansımda Müslüman dinine mensup olanlara karşı düşmanlık sezmişler. Bu hiç de böyle değildir. İslâmlığın en büyük kurbanları müslümanlardır. Doğu seyahatlerinde kaç kere gördüm ki, taassup, diğer insanları terörle ibâdete sevkeden az sayıda insanlardan gelmektedir. Müslümanı din’inden kurtarmak, ona yapılabilecek en büyük hizmettir. İçinde nice iyi unsurlar bulunan müslüman milletlerin kendilerine ağır gelen bu boyunduruktan kurtulmalarını temenni etmekle, kendileri için kötü bir dilekte bulunduğumu sanmıyorum.».... (Aynı eser — sayfa 211)

Batılılann, İslâm topluluğu içinde değerli bir yeri olan Türkler hakkındaki düşünceleri de diğerlerinden farklı değil. Balkan Savaşı yenilgisinden sonra , birkaç namuslu kalemin dışında hiç kimse, Türkiye'den yana çıkmadı. Belli bir din gayreti ve emperyalist düşünce sistemi, Balkan vahşetlerinin üstüne medeniyet tülünü örtmeyi uygun buldu. İşte, bu tek yanlı fikirlerden bir örnek:

«Balkanlar, hürriyetlerine kavuştular. Gazetelerden bu haberi okuyan İngilizler, derin bir düşünceye varmışlardır. Onların iyi tanıdıkları bir âlemden gelen bu müjde önünde, bütün şark siyaseti ve İngiltere’nin o meşhur gayretleri gözlerinde canlanmıştır. Bir zamanlar Rus Slavlarının istilâlarından ürken ve bunları ric'at ettiren İngiltere, bugün Balkan Slavlarının zaferlerinden memnundur. Ancak, «şark meselesi »nin kesin hücumlarla halledilmesini isteyenler, İngiltere’nin bu politikasını terviç etmelidirler ki, Rumeli gibi Anadolu meselesi de halledilsin.

Türkiye nedir?
Türkiye, birbiri ardınca Asya’da kurulan askeri ve dinî devletlerden biridir. Bu devlet, asker kuvvetiyle istilâ ettiği topraklarda birtakım karakollar kurmuş ve hükmünü yürütmeye başlamıştı. Peşte’den Tahran sınırına kadar uzanan bu geniş saha Timur devletini andırıyordu. Bu idâre alanında bulunan birçok devletin hakları gasbedilmiş ve bunlar baskı altında tutulmuştu.

Buralarda, belki yağmaların sonucu olarak müthiş bir sefalet hüküm sürüyordu. Birer geçmişe, birer tarihe sahip olan bu mağlûp unsurlar yavaş yavaş kendilerini toplamaya, uğradıkları felâketleri gidermeye başladılar. Macaristan, Romanya, Sırbistan, Yunanistan, Bulgaristan istiklâllerini ilân ettiler. Ve sonunda, eski mağlûpların galibiyetiyle, Balkanlar meselesi halledildi.

Şimdi bu olayların özetinden iki netice çıkarabiliriz:
1 — Türkler devlet kuramazlar.
2 — Her Türk devleti yıkılmaya mahkûmdur.

Türkler devlet kuramazlar.. Bu, mutlak ve kesindir. Çünkü devlet idâresi usulünü bilmezler. Devlet idaresi usulünü bilmek ise, bugünün ilmini öğrenmek değildir. Bu öyle bir hassa’dır ki, devlet kurmaya başlayan milletin karakterinde saklı bulunur. Türkler de bu hassalar yoktur.

Şimdi, umûmi bir meseleye geçelim: Böyle bir akıbete uğrayan Türkiye’nin uzun müddet can çekişme hâlinde kalması uygun mudur? Türkiye’yi bu utanç verici durumdan kurtaracak kuvvet var mıdır?

Birinci soruya «hayır» cevabını veriyoruz. Fakat, İkincisinin halledilmesi gerektir. Bir devleti kurtaran kuvvet, manevî bir uyanıştır. Bu, millî ve romantik bir edebiyat demektir. Türkiye’de böyle bir edebiyat yoktur ve olamaz. Türk romantikleri hangi intikam duygularını çoğaltacaklardır? Türkiye’de öyle birşey yoktur. Türk edebiyatı sükûnet ve tasvir edebiyatıdır. Bugünkü Rumeli için hiçbir intikam hissi duyuramaz.

Çünkü, Rumeli'nin geri alınamayacağına, Türk şairi de, köylüsü de inanmıştır. Bu, irâde dışı bir inanıştır. İlkel bir hayat yaşayan Türk’ün çalışmaları da faydalı sonuçlar vermez. Çünkü, çalışmayı bilmezler. Ancak Avrupa’dan müteşebbisler getirmek lâzımdır ki, çabuk ve geniş bir çalışma ile Anadolu imâr edilebilsin Bu da Türkiye’yi değil, ancak Türkleri kurtaracak tek yol olabilir.».... (Dr. Viringser’in konferansı, 1913)


Türk’ü küçük gören bu zihniyet, bu haçlı sayıklamaları, Balkan Harbi vesilesiyle bir kere daha kendini göstermiştir. Hemen bütün yazarlar, "Şark meselesin" i, Türklerin Avrupa’dan atılması ve paylaşılması şeklinde yorumlamışlar ve Balkanlıların zaferlerini, bu yolda atılmış ilk adım olarak alkışlamışlardır.

Paris Üniversitesi profesörlerden Paul Hory, 1913 yılında yayınladığı «Türkiye Nasıl Paylaşıldı» adlı kitapta şunları yazıyor:

«Bir Şark meselesi vardır. Çünkü, Ortaasya’dan gelen Türkler ve Moğollar Ortaçağ’dan beri Doğu Avrupa’yı istilâ etmişler, oralarda hâkimiyetlerini kabul ettirmişlerdir. Haçlılar’ın başarısızlığı, çeşitli Avrupa devletlerinin iç teşkilâtlarında duraklama devrinin başlaması, İstanbul’daki Rum İmparatorluğu’nun uğradığı
çöküntü, 14. yüzyıldan sonra Türklerin Batı’ya doğru zafer yürüyüşlerini kolaylaştırmıştır.

Şark meselesinin tarihi de, Türklerin Avrupa’dan çekilmelerinin tarihidir. Bu çekilme de zaruri idi. Çünkü, Türkler buralarda esaslı hiçbir şey kuramamışlardı. Son olaylar da gösterdi ki, Türklerin vatanseverlikleri, devamlı faaliyet gösteren bir devlet teşkilâtı kurmaya muktedir değildir. Hattâ şöyle de denildi:
«Türkler dört asır, hattâ daha fazla bir süre, Avrupa’da çadır kurmuşlardır.»

Gerçekten Türkler, buraları yalnız fethetmekle kalmışlar, başka birşey yapmak istememişler veya yapamamışlardır. Türkler, mâliyesi, ordusu ve idâresiyle muntazam bir devlet kuramamışlardır. Şark’a has bir hareketsizlik, İslâmlara has bir kuvvete baş- eğişle, sultanların, serdarların mutlak idâresi, sonunda onları bir derebeyi çetesi hâline getirmiştir. Bu bakımdan, daha 18. yüzyıldan itibaren, Türk İmparatorluğu parçalanmaya başlamıştı. Yeniçeri ordusu, düzensiz bir milis kuvvetinden başka birşey değildi.».....


Hiçbir tarihî gerçeği yansıtmayan ve tamamen duygu plânında kalan bu fikirlere karşılık, bilim haysiyetini gözeten, tarih olaylarını tarafsız bir gözle değerlendirebilen batılı yazarlar da vardır. Bunlardan profesör White «Hilâfet Siyâseti ve Türklük Siyâseti» adlı eserinde şu objektif yargılara varır:

«Bunlar, istilâcı Napolyon gibi bir dünya seyahati yapmadılar. Bastıkları toprakları yüzyıllarca yönettiler ve oralara temsil nişanlarını basarak bütün ülkeleri İstanbul Hilâfeti altında toplamaya çalıştılar. Dünyanın yegâne cihangiri Türklerdir. Şarlmanlar, Şarlkenler, Napolyonlar birer aktördürler. Bir ihtiyar Macar’ındediği gibi: Onların hayatlarına karşılık, Türkiye'nin yüzyılları vardır.

Bugün Türkiye mahvolsa bile, Kaşgâr’dan İstanbul’a kadar konuşulan Türk diliyle, tekrar bir Türk İmparatorluğu kurarlar. Hazar Denizi’nin güneyindeki İran Türkmenlerinden geçecek olan silsile, müstakbel Cermenlik’ten, müstakbel Islâvlık’tan daha sağlamdır. Arada hiçbir sınır, hiçbir tabiî engel yoktur.

Bu Türk İslâmları, Çin’den tâ Moskova’ya kadar uzanır ve Ural dağlarından itibaren millî bir bütünlük gösterirler. Artık bugün, her siyâset adamı itiraf eder ki, Rusya Türkleri’nde bir milliyet hissi uyanmıştır. Bir edebiyat, bir sanayi, bir ticaret vardır. Bunlar yarın için bir devrim hazırlayacaklardır.» ....


Ünlü Fransız tarihçisi Gustave Le Bon da, «Dünya Muvazenesinin Bozulması» adlı eserinde, batılıların hiçbir zaman İslâm zihniyetini ve medeniyetini anlayamadıklarını söyler. Ona göre, müslümanlık dünyaya şöyle yayılmıştır:

«Bu dinin dünyanın her tarafına yıldırım hızıyla yayılması sebeplerini ve yeni dine girenlerin nasıl olup da İskender İmparatorluğu’ndan daha büyük bir imparatorluk kurmak için gerekli olan kuvveti bulduklarını açıklamak o kadar kolay değildir. Kendilerini Suriye’nin ebedî sahibi sanan Romalılar, buradan atıldıktan sonra, ruhları birleştiren yeni dinin coşturup gayrete getirdiği göçebe kabilelerin birkaç yıl içinde İran’ı, Mısır’ı, Kuzey Afrika'yı ve Hindistan’ın bir kısmını fethettilerini görerek şaşırıp kaldılar.

Bu şekilde kurulan imparatorluk yüzyıllarca devam etti. Bu saltanat Atillâ gibi Asya fâtihlerinin kurdukları imparatorluklara benzer, gelip geçici bir devlet değildi. Çünkü, İslâm devletinin kuruluşu, Batı Avrupa barbarlık içinde yuvarlanırken, Doğu'da gözleri kamaştıran bir tazelikle parlayan tamamen yeni bir medeniyetin ortaya çıkışının başlangıcı oldu. Araplar çok kısa bir zamanda, hiç alışmamış bir gözün bile ilk bakışta tanıyacağı derecede yaratıcı eserler vücuda getirdiler. Arapların imparatorluğu o kadar genişti ki, bunun parçalanmaması imkânsızdı. Nitekim, birtakım küçük krallıklara ayrıldılar. Ve bunlar zayıfladılar. Moğol, Türk v.b. kavimler tarafından zaptedildiler. Fakat, müslümanların din ve medeniyetleri o kadar güçlüydü ki, eski Arap krallıklarını
zaptedenlerin hemen hepsi, mağlûpların dinini, sanayiini ve çoğunlukla dilini kabul ettiler.

Arapların dini, onların kudretleri kaybolup devletleri yıkıldıktan sonra bile yaşadığı gibi, gitgide daha da çok yayıldı. Bu dine girenlerin inanışları o derece güçlüdür ki, içlerinden her biri bir havâri sayılabilir.

Ve her havâri gibi kendi dinini yaymaya çalışırlar. Islâmiyetin büyük siyâsi kuvveti, çeşitli ırkları aynı fikir etrafında toplamış olmasıdır. Ortak fikir etrafında toplanma ise, çeşitli ırklara mensup insanlar arasında dayanışma kurmanın en tesirli vâsıtalarından biri olmuştur. Günün olayları da böyle bir dayanışmanın gücünü ispat etti. 

Bu dayanışma, korkunç İngiltere’yi bile Şark’ta geri çekilmeye mecbur etti. Britanya’yı yönetenler, Türkiye müslümanlarının ülkelerinden koparılıp atılmalarını tahayyül ettikleri zaman, bu kuvveti bilmiyorlardı. Yalnız Türklerin değil, bütün dünya müslümanlarının kendi aleyhlerine ayaklandıklarını gördükleri vakit, bu kuvvetin varlığını kabule yanaşmaya başladılar.

İstanbul’u elde tutacaklarını hayal eden Ingilizler, hayallerinin yıkıldığını gördüler. Özellikle, yenilmiş ve silâhları ellerinden alınmış olan Türklerin, kendilerine zorla kabul ettirilmek istenen barış andlaşmasını red ve Yunanlıları İzmir’den kovdukları zaman, bunu iyice anladılar. 

Bugün İslâm, Avrupa’ya kafa tutacak kadar güç kazanmıştır.».....


Millî Kurtuluş Savaşı, Batı emperyalizmine karşı bir millî şahlanış gibi yorumlanabilir. Fakat, bunun da ötesinde bir gerçek vardır ki, o da dindir. Hıristiyan Avrupa devletleri, bu savaşı, sömürücü emelleriyle aynı paralelde giden bir din perspektifinden görmüşlerdir. 

Gustave Le Bon, bu gerçeği saklamaz. Işte Lozan Konferansı münasebetiyle yazdıkları:

«Birinci ve ikinci Lozan kongreleri, Avrupa’nın müslümanları hiç tanımadıklarını isbat etti. Bu kongrelerde Şarlman zamanının baronları ile, şimdiki hukuk profesörleri karşı karşıya gelselerdi, anlaşmazlık daha fazla olmazdı. Konferanslarda hiç kimse, ne hilâlden ne de salipten söz açtı. Fakat, tartışmaların gizli ruhunu, bu iki timsal arasındaki çarpışma teşkil etti.

Britanya İmparatorluğu’nun İslâmî anlayamaması sebebiyle, İran’ı, Irak i, Mısır'ı kaybettiğini, Hindistan'ı bile elde tutmakta zorluk çektiğini yukarıda söylemiştik.

Bu hezimetlerin gerçek sorumlusu olan İngiliz Nazırı, mutaassıp protestan M. Loit Corc , Yunanlıları İstanbul’a doğru sürükleyerek Türkleri Avrupa’dan atmayı, salipin hilâlden intikam alması gibi tahayyül etmişti. Fakat, kendi imânı kadar güçlü bir imâna çarptı ve bu darbe ile bütün İngiliz müstemleke imparatorluğu sarsıldı.» ....


Balkan Harbi sırasında katliâm edilen Türk halkı gerçeğini, tamamen tersyüz ederek «Türkler katliâm ediyorlar» çığlıklarıyla dünyayı ayağa kaldıran Avrupa basınının yersiz davranışlarını, Ingilizler de Kurtuluş Savaşımız sırasında aynen tekrar etmişlerdir. Gustave Le Bon, bu konuda şöyle yazıyor:

"... Yukarıda gösterilen dinî sebeplerden başka, Türkleri mâzur gösterecek bir sebep de, Yunanlılar voltasıyla onları Avrupa’dan, özellikle İstanbul’dan atmayı hayal eden İngiltere’nin yaptığı inkârı kabil olmayan haksızlıklardır. Türkleri atmak için gösterilen tek sebep: Hıristiyan azınlığı devamlı şekilde katliâm ettikleri idi. 
Pek haklı ve doğru olarak denebilir ki, eğer Türkler, İngiliz Hükûmeti’nin iddia ettiği katliâmların onda birini yapmış olsalardı, Doğu'da çoktan beri hiçbir hıristiyanın kalmaması gerekirdi..

Gerçekte ise, bütün Balkanlılar —ırk ve dinleri ne olursa olsun— büyük kıtalcidirler. Bunu bizzat Mösyö Venizolos’a da söyledim. Düşmanını boğup öldürmek, Balkanlar’da genellikle kabul edilmiş bir sanattır."....


Avrupa devletlerinin Türkiye’ye karşı giriştikleri şavaşlarda, daima din faktörü ağır basmıştır. Batı dünyası, Osmanlı İmparatorluğu'nun, Avrupa içlerine kadar sarkarak, oralarda yerleşmesini hiçbir zaman affetmemiştir. Osmanlı Devleti’nin zayıf düştüğü günlerde ortaya çıkarılan «Şark meselesi», doğrudan doğruya müslüman Türklerin Avrupa’dan kovulmasını öngören dinî karakterli bir plândır. Bu uğurda büyük propaganda yapılmış. 

Balkan toplumlarının milliyetçilik hisleri kamçılanmış, önce ayaklanmalar sonra savaşlarla istenilen sonuca ulaşılmıştır. O zamanlar. Doğu ülkelerini sömürülmeye uygun birer ilkel topluluk hâlinde gören Avrupa devletlerinin bu dinî ve emperyalist karakterini kuvvetle teşhis eden müslüman düşünür ve yazarları, Osmanlı İmparatorluğu'nun I. Dünya Savaşı'ndan sonra, içine düştüğü çıkmazı üzüntüyle görmüşler ve İslâm dünyasının bağımsız son kalesi saydıkları Türkiye'yi, toplu bir halde desteklemişlerdir, özellikle. Hilâfet müessesesinin Türkiye'de bulunuşu, bu destekleyişte büyük rol oynamıştır.

İşte, Avrupa’nın sömürücü karakterini aksettiren bir kaç satır:

«Yine tekrar ediyoruz ki, zamanımızda bir memleketi istilâ, yalnız topla, tüfekle yapılmaz. Zamanımızın en istilâcı ordusu: Avrupa komisyoncuları, tellâlları, gezgin ticaret memurlarıdır. Bu barışsever düşmanlara kucağımızı açarsak, İktisadî istiklâlimizi kaybetmiş oluruz. İktisâdi istiklâle malik olmayan bir millet ise, siyâsi istiklâlini mihnet yükü gibi taşır gider. » (Şeyh Mihriddin Arûsi — 20. Asırda Âlem-i İslâm ve Avrupa, 1911. Sayfa:73)

Avrupalıların istilâ ettikleri müslüman ülkelerindeki insanlık dışı hareketleri de şöyle özetleniyor:

«Medeni namını alan alçakların, Müslüman Afrika’da yaptıklarını, hiçbir millet ve hattâ vahşiler değil, insanlar, hayvanlar hakkında bile revâ görmezler. Orta Afrika ahalisinden bir müslüman, bir hayvan kadar bile, hayat hakkına sahip değildir. Silâhlarını teslim etmiş büyük halk kitlelerini soğukkanlılıkla kurşuna dizmek, müslümanlara yer öptürmek, muhakemesiz adam öldürmek, beş - altı yaşlarında kızcağızların ırzına geçmek gibi mel'ânetler, Afrika'da hergün yapılan alçaklıklardandır.» .... (Aynı eser, sayfa: 26)

Emperyalist Avrupa’nın bir ufacık ülkesi bile, büyüklerinin yolundan gitmekten çekinmez ve en uygun alan olarak tabiî zenginlikleri sonsuz Müslüman ülkeleri seçer:

«Hayvanat yetiştirmeye mahsus hârâlarla bile kıyaslanması mümkün olmayan, Cava, Sumatra adalarındaki milyonlarca müslüman, bir avuç Felemenk’in kesesini doldurmak üzere hayvan sürüsü gibi boğaz tokluğuna çalıştırılıyor.» ....(Aynı eser, sayfa: 27)

Fakat bu sömürü, sonuna kadar böyle devam etmeyecektir.
Yüzyıllar boyu bilerek uyutulan Doğu ülkeleri, gerçekleri anlamaya ve uzun süren uykularından uyanmaya başlamışlardır:

«İslâm Âlemi, yüzyıllardan beri zillet ve tahkir çizmesi altında ezile ezile, nihayet daldığı derin uykudan uyanmış, zillet ve esâretini anlamıştır.» .... (Aynı eser, sayfa: 59)


1919 yılında Londra’da faaliyete geçen «Londra İslâm Cemiyeti Merkezi» Genel Sekreteri ve tanınmış müslüman düşünürü Şeyh Hüseyin Kıdvaî de, I. Dünya Savaşandan sonra haritadan silinmek istenen Türkiye’yi içten savunanlar arasındadır.

«Türkler, İslâm dininin alemdarlarındandır. Asırlardan beri bu şerefli mevkii elde etmiş bulunuyorlar. Avrupa hattâ Amerika’nın, yani bütün Hıristiyanlık dünyasının kılıcı, onların, yani Müslümanlığın üzerine çekilmiştir. «Onlar Meclisi»nin cevabı, Türk, yani İslâm idaresini lekelemek istiyor. Gerçi ben Türk değilim.
Fakat, Türkleri ve idarelerini bilirim, başkalarının idarelerini de gördüm. Bilirim ki, maddeci Avrupa ancak kılıca hürmet eder. Ancak onun kuvvet, onun hastalık ve gururunu iyi edebilir. Fakat, Türklerin milli seciyelerine isnat edilen haksız tecâvüzler, tarih ve insanlığın huzurunda mutlaka müdafaa edilmeli ve onların hakkında hakikat söylenmelidir.

Avrupa'da ve Amerika'da Türkler aleyhine yapılan tek taraflı propagandaların ne kadar üzücü ve vahim neticeler doğurduğunu tamamiyle biliyorum. Bu propagandalar, ırkî ve dinî taassupları körükledi.» .... (İslâm'a Çekilen Kılıç — Şeyh Hüseyin Kıdvaî. Sayfa: 7, 1919)

Yazar, daha sonra, Avrupalıların Türkiye’ye karşı giriştikleri savaşların dinî karakterini şöyle anlatıyor:

«... Böyle bir muhit içinde Osmanlı Devleti’nin hayatına son vermek gerektiğini, çünkü o yaşadıkça hıristiyanların esâret altında kalacaklarırı ilân etmek, hiç de şaşkınlık yaratmıyor. Kendine has faziletlere, muhteşem bir geçmişe sahip olan ve bilhassa Fransa, İngiltere gibi devletleri kendilerine borçlu bırakan, dünya nüfusunun üçte birini teşkil eden, Islâm âleminin merkez ve hududu olan bir devleti yıkmak hiç şüphesiz adaletsizliktir. Fakat, Hıristiyan Avrupa, hıristiyanları kurtarmak fikriyle kendini tatmine devam ettikçe, başka hiçbir şeye önem vermez.» .... (Aynı eser, sayfa: 8)

Batı devletlerinin ne büyük bir din taassubuyla hareket ettikleri ve bu yolda korkunç cinayetler işlemekten bile çekinmedikleri de şu satırlarla belirtiliyor:

«Balkan muharebesinde İslâm ahalisini imha siyâseti takip olunduğundan, Carnegie İnceleme Heyeti'nin tevsik edilen beyânatına göre: Yüzbinlerce müslüman erkek, kadın, çocuk kesildi. Birçok Ingilizin gözleriyle gördüğü gibi, Italyanlar Trablusgarp’ta sivil İslâm halkını katlettiler. Fransız milletinin muhteşem tarihini lekeleyen Cezayir ve Fas katliâmları, Rusların Meşhed'de müthiş cinayetleri, Kongo'da Avrupalı olmayan
işçilere karşı girişilen cinayetler, bunların hepsi tarihe mal olmuştur.» .... (Aynı eser, sayfa: 25)

Doğu ve Batı yazarlarından aktardığımız bu fikirler, öyle sanıyorum ki bu eserin daha iyi değerlendirilmesine yardımcı olacaktır. Ve görülecektir ki Pierre Loti, fikir ve duygularıyla, Batı’dan çok Doğu'ya yakındır. Çünkü, sadece orijinal görünme isteği veya paradoks yaratma kayası, hiçbir yazan, inanmadığı fikirlerle bu derece kaynaştıramaz.

Pierre Loti bu tutumuyla Avrupa’nın hiddetini üzerine çektiği gibi maalesef, Edebiyat-ı Cedide’nın Batılı olmaya özenen bazı şair ve yazarlan tarafından da «Türkiye’nin Şarklı kalmasını istemekle» suçlandırıldı.

Bunlar, Pierre Loti’nin yalnız, eski medeniyetlere bağlı kalan romantik yönünü gördüler, Batı sömürgeciliğine karşı Müslümanlığın ve ezilmiş milletlerin müdafaası için baş kaldırışını görmezlikten geldiler.

Son söz olarak şunları ekleyelim: Avrupa, uzun yıllar sürdürdüğü sömürme politikası ve din fanatizminin Müslüman ülkelerde uyandırdığı acı tepkiyi Pierre Loti'nin şahsında az da olsa giderebildi.

FİKRET ŞAHOĞLU



PİERRE LOTİ’NİN ÖNSÖZÜ

Şu dağınık satırları okuyacak olanların beni affetmelerini dilerim. Çünkü, bu sayfalar, birçok riyakârca alçaklıkların maskelerini indirmek, birazcık olsun gerçeği göstermek ve adalet istemek için, bir üzüntü ve tiksinti ateşiyle çabucak yazılmıştır.

Başladığım bu mücadeleyi sürdürmem gerektir. Çünkü, hergün dâvâmın haklılığını doğrulayan yeni bilgiler alıyorum. Konulan sansüre ve bunca söylenen aldatıcı sözlere rağmen, gerçek, herkes tarafından anlaşılacaktır.

Yangın... Katliâm... Yağma... Çapul... Ve son derece canavarca kesilen insan uzuvları... İşte koyu Hıristiyan olmakla övünen bu orduların bilânçolarındaki haydutluklardan birkaç örnek.
Bazı ilkel toplumların savaş sırasında bu gibi işlere başvurmalarının bir zorunluk olduğunu isterlerse itiraf ederim. Zaten, Hıristiyan «kurtarıcılar», fâcia yaratma konusunda kendilerinden çok geride kalan zavallı Türklerin aleyhine, bilgisiz kişileri kışkırtmak için böylesine uğraşmamış olsalardı bundan bahsetmek
lüzumunu bile duymazdım.

PİERRE LOTİ 




YANGINDAN SONRA
11 Ekim 1911
Doğu’nun ışık saçtığı tarihlerden günümüze kadar....





UYANIŞ'A İHTİYAÇ DUYULAN ŞU GÜNLER İÇİN OKUYALIM



SB.


***