Translate

18 Mart 2013 Pazartesi

DİRİLİŞ 1915 - ÇANAKKALE - Turgut ÖZAKMAN






Dünya yeni bir savaşın kapısından içeri girmek üzereydi. Birçok devlet henüz resmiyette başlamamış olan bu savaşa rağmen taraflarını almışlardı. Ancak Osmanlı kalmıştı açıkta. Ne yapacağından haberi yoktu… 


Çünkü; çok zayıflamıştı Osmanlı bu dönemler içerisinde. İlk başlarda savaş dışı kalmak düşüncesi ile hareket edilmesi planlanmasına rağmen bunu başaramayacaklar ve Osmanlılar son savaşlarına girmiş bulunacaklardı… Kader ağlarını hafif hafif örmekteydi.



Savaşa katılma sebebinin temellerini; yakın zamanda sadrazamlığa gelen Sait Halim Paşa’nın “Eğer savaşa girilirse elimizde güçlü bir donanma olması şart” düşüncesi içerisinde, İngiltere’ye sipariş verdiği gemiler oluşturacaktır. Gemiler 7 milyon lira tutacak ama Hazinenin bunun ilk taksidini ödemeye bile gücü yetmeyecektir. Bunun üzerine halktan yardım istenecektir.



Vefakâr Türk halkı yok demeden elinde ne varsa temin edecektir. Öyle ki; o yıllarda Müslüman Türk kadınları saçlarını kestiremez bu günah sayılır, kişiler toplumdan dışlanırlardı. Ancak ismi tarihe geçmeyen bir nine bu düzene karşı gelerek “Elimde bu iki tutam saçımdan başka bir şeyim yok” deyip saçlarını, dışlanmak, kınanmak pahasına kestirecektir.



Bir yandan bu tip savaş hazırlıkları içerisinde olan halk aynı anda eğitilmeye de başlıyordu… İşe önce kadınlardan başlanıldı. O devirde peçe, çarşaf ve başörtü gibi şeylerle kapanan kadınlar bilinçlendirilmek üzere bir araya geliyorlardı sık sık. Yakın bir zamanda tiyatroda rol almak için başvuru yapmaya gelen bir genç hanıma tiyatroya alınamayacağı söylendi.



Genç hanım nedenini sorduğunda peçesi sebep olarak gösterilince daha dayanamadı. Peçesini bir hışımla açarak, etrafındakilere kan kusup birkaç cümlede çok can yakmıştı: “Aha buyurun peçemi çıkardım. Kıyamet mi koptu? Depremler mi oldu? Bağda, bahçede peçeyle çarşafla iş mi görülür? Bu şehir bağnazlarının savunduğu bir görenek. Bunun yanlış olduğunu görüyor ama kılınızı bile kımıldatmıyorsunuz. Ama bu böyle sürüp gitmez.” Ve bulunduğu yeri aynı hışımla terk etti.



Bu olaylar esnasında görünürde Sırplı bir genç Avusturya-Macaristan Veliahtı ile eşini öldürerek 1. Dünya Savaşını tetiklemiş oldu. Devletler artık kesin yanlarını belirlemişler, gruplar halinde savaşmaya hazır hale gelmişlerdi. Osmanlı hâlâ açıktaydı. Almanya Osmanlı’yı can deposu olarak görmekte savaşa girerse de o niyetle sokmak istemektedir.



Osmanlı, Almanya’nın iki savaş gemisini düşman devletlerden saklayarak tarafını belli etmişti. Ama bunun sonunun hazin olacağını kestirememişti. Çünkü Enver Paşa Alman hastasıydı. Varsa yoksa Almanlardı. İlk başlarda ağır başlılık yapmış ancak daha sonra Almanlık hayranlığı daha ağır basmıştı. Ve gemiler Osmanlı’ya sığındılar. Sığınmaları ile birlikte savaş çanları –bazıları için ölüm çanları olarak da geçer- çalmaya başlamıştı. Çünkü Osmanlı’dan kesin bir emir almadığı halde Alman gemileri, Rus Limanlarını bombalamışlardı. Böylece Osmanlı Savaşa girmiş oldu. Artık geri dönüş düşünülemezdi.



Bu bombalama üzerine diğer düşman devletlerde Osmanlı’ya savaş açmış ve Çanakkale Boğazı’na yavaş yavaş gelmekteydiler. İşte bu Çanakkale Deniz Savaşı’nın temellerinin atıldığının bir göstergesiydi. Çanakkale Boğazı’ndaki yenilmez denilen armada sonunu kesin zafer olarak gördüğü bu savaşa hazırlanıyordu.

İşler gittikçe karışıyor içinden çıkılmaz bir hal alıyordu. Bu esnada Osmanlı Devleti çareyi cihat etmekte bulmuş yada buldurulmuştu. Çünkü cihat teklifini Almanlar Osmanlılara önerdi. Almanlar açısından kusursuz bir plandı. Dünyanın salt çoğunluğunun Müslüman olduğu düşünülecek olursa cihat çağrısına gelen Müslümanlarla iyi bir zafer alınabilirdi.


Tabi ki Osmanlı cihat ilan ettikten sonra gelen bir tek Müslüman olsaydı… Kimse aldırmamış, duymamazlıktan gelmişti. Çünkü düşman birlikler Osmanlılar ve Almanlardan önce davranıp Müslümanların beyinlerini yıkamışlardı. Ama katılmama sebebi beyin yıkaması olmayan kişilerde mevcuttu. Örneğin tarihçi Ziya Şakir Bey. Bu cihat çağrısını ve çağrının aslını bildiği için durumun mahiyetini şu kin dolu cümle ile dile getirecektir: “Hz. Muhammed Cihat için Allah’tan emir alıyordu. Biz Alman İmparatoru’ndan alıyoruz.” Ve son derece haklıydı da…



Bir yandan Çanakkale’de boğazın suyu savaş öncesi sessizliğini korumaya çalışırken diğer yanda Doğu’da Rusların ilerleyişini durdurmak üzere büyük bir ordu Sarıkamış civarına doğru ilerliyordu. Vakit dar, hava koşulları olumsuz, ordu savaşlar sonrası çok bitap düşmüştü… Çünkü ne doğru dürüst bir giyeceği ne de adam akıllı bir azığı vardı. Bu şartlar göz önüne alınarak Doğu’da savaşın tehlikeli olabileceğini onlarca belki de yüzlerce kişi Enver Paşa’ya bildirdiler…



Ama bunlar nafile bir çaba olmaktan öteye gidemedi… Yapılan yanlış hesaplamalar, Enver Paşa’nın gözünü karartan hırsı sonucu Türk ordusu Ruslara değil ancak çetin hava koşullarına yenilecek ve bu büyük kayıp bir kez daha Türkleri acıya boğacaktır. Enver Paşa bu olayın duyulmasını istemese de zaman içerisinde Sarıkamış Olayı diye tarihe geçmek için dilden dile dolaşacaktır.



Tüm bu olumsuzluklara rağmen Türk Kadını kendini bilinçlendirmeye, vatanı için elinden gelenin en iyisini yapmaya karar vermiş ve çalışmalarını hızlandırmıştı. Dergiler çıkarıyorlar, iş yaratmaya çalışıyorlardı… Hatta Enver Paşa’ya askere katılmaya hazır olduklarını beyan edeceklerdir.



Ve 19 Şubat 1915 günü büyük yenilmez armada, Çanakkale Deniz Savaşı’nı başlattı. Her bir gemi en güçlü silahlarıyla saldırıyor, mermilerle, toplarla beraber ölüm, dehşet ve felaket yağıyordu. Buna göre düşmanların kazanması için hiçbir engel yoktu ve zafer kesindi. Eee ne de olsa onların sınırsız mermileri, güçlü topları bir de yiğit olarak adlandırdıkları askerleri vardı ki…



Zafer düşmanlar için çantada keklik misali gibi bir şeydi. Ancak daha sonraları tekrarlanacak bir sözün düşmanlar tarafından bilinmediği de apaçık ortada gibiydi: “Geçmişini bilmeyenin geleceği olamaz.” İyide ne alakası vardı? Yani ne geçmişiydi ki bu bilinmesi bu kadar önemliydi? Türklerin geçmişiydi. Zaman içerisinde tam da “Türkler bitti” derken Türkler bitiren taraf olmuşlardı. Yani planlarda ufak bir detay atlanılmıştı. Türkler hesaba katılmamıştı. Galiba savaş sonuna kadar da katılmayacaktı. Yani birkaç avuç Türk mü bu yenilmez armadayı durduracaktı…



Bu bir şaka olmalıydı… Ama görünen köyün bir kılavuza ihtiyacı vardı çünkü savaş gittikçe daha zor bir hale gelmişti… Türkler her an, her bir köşeden düşmanın önüne çıkıyor ya düşmanın canı alıyor yada kendi canını feda ediyordu.



Ama bu zorlama düşman tarafında hiçte iyi karşılanmıyor aksine daha çok sinir hastası olmalarına sebebiyet veriyordu. Hem karadan savunma hem de denizden savunma sürmekteydi. Bir deniz olayında Nazmi Bey’e ellerindeki mayın sayısı soruldu ve bu mayınların Çanakkale Boğazı’na çok dikkatli ve planlanan bir şekilde dizilmesi emredildi. Emir demiri keserdi bir Çanakkale Askeri için…



Bu değişmez yasalarıydı oradakilerin… Her ne kadar işin ucunda büyük bir armada denize çıkacak ilk kişiyi vurmak için sabırsızlanıyor olsa da… Nazmi Bey mürettebatını topladı ve Yüzbaşı Hakkı Bey’i de yanına alarak Nusrat Mayın’la yola çıktılar. Her şey en ince ayrıntısına kadar düşünülmüştü. Sabaha karşı Nusrat Mayın görevini başarı ile tamamlamış bir biçimde döndü… Çanakkale’den sevinç çığlıkları yeri göğü inletti…



Belki Nusrat Mayın’ın geri dönüşünden belki de o mayınların armadaya mezar olacağından herkes müthiş bir sevinç içerisindeydi… Belki de ikisi yüzünden… Ne de olsa yenilmez armadanın arasından geçip sessiz sedasız bir şekilde canları pahasına verilen görevi yerine getirmişledi…



Savaş gün geçtikçe kızışıyordu ama henüz net bir netice yoktu…











***




Dinle Evlat! 
Bu topraktan başka yok, ölmeye değer ülke...
Vatan, onun uğrunda can verene aittir.
Sahip ol elindeki paha biçilmez mülke
O mülk, dünyada cennet olmaya müsaittir.


Bin yıldır ruhlarına Fatiha’lar okunan
Ölmüşleri zannetme alelâde meyyittir...*
Bin yıldır toprağından aynı kumaş dokunan
Ecdadının hepsi de, ya gazi, ya şehittir.


Ne işi var Boğaz’da müttefik donanmanın?
Onlar Türk’ü yok etmek üzere müttehittir...**
Bu millete bedeli Batı’ya inanmanın,
Rumeli’dir, Kerkük’tür, Kıbrıs’tır ve Girit’tir!


Onsekiz Mart dokuzyüzonbeş’in bu öyküsü
Nice Türk destanından sadece bir beyittir.
Sarsıyorken Boğaz’ı topların gürültüsü,
Seyit’in beş atışı, onbinlerle eşittir!


O sadece biridir beşyüzbin kahramandan,
Vilâyeti Karesi, kazâsı Edremit’tir,
Havran Manastır Köy’lü Cubur Abdurrahman’dan 
Bir Emine Kadın’ın doğurduğu yiğittir.


İstanbul Harbiye’de bir Askerî Müze var;
Oradaki her eser, tarihîmi teyittir.
Müzenin bahçesinde, mermisi adam kadar
Koskoca bir top durur, adı “Koca Seyit”tir...



Hasan Âli Göksoy
Ortaköy, 10 Temmuz 2001 
link
















DUR YOLCU...
BİLMEDEN BASTIĞIN BU TOPRAK, BİR DEVRİN BATTIĞI YERDİR...
EĞİL DE KULAK VER,
BU SESSİZ YIĞIN ,
BİR VATAN KALBİNİN ATTIĞI YERDİR...