Translate

7 Temmuz 2013 Pazar

ATLAR






İskitlerden Hunlara, Büyük İskender'den Cengiz Han'a, Müslümanlığı yayanlardan, Haçlılara ve İspanyol conquistador'larına ve ovalardaki Amerikan Yerlilerine kadar fethedip, denetleyen ve imparatorluklara kafa tutarılar hep at sırtındaki savaşçılardı. 

Seferlerinin öyküleri savaş tarihinin en önemlileriydi ve hem askeri stratejileri hem de binicilik hünerlerimizi günümüze değin şekillendirmişlerdi. Halen uyguladığımız at bakımı ve eğitiminin temelleri de yine onlar tarafından atılmıştı. Göklerde jetlerle, yahut yerde tank taburlarıyla olsun modern muharebe metotları süvarilere çok şey borçludur. 


Büyük İskender'in Makedonyalı süvarileri veya Cengiz Han'ın Moğol atlıları gibi efsanevi atlı birlikler düşmanlarını çaresiz bırakan taktikleriyle o günden günümüze savaş uzmanlarını hep hayran bırakmıştır. 


Perslerin Yunanlılarla yaptığı savaşlarda ve daha sonra MÖ 5· yüzyılda Yunan şehir devletlerinin birbiriyle çarpıştığı ardı arkası kesilmeyen Peloponnez Savaşlarında süvarilerin varlığı göze çarpmaya başlamıştı. Bu devirde Yunan şehir devletlerinin henüz yerleşmiş bir atçılık geleneğine sahip olmadıklarını gören Xenophon, biraz da Atinalıların süvari güçlerini geliştirmeleri kaygısıyla yazdıklarını kaleme almıştı. O sert ve vahşi zamanlarda iyi bir süvari gücüyle sağlam yük hayvanları edinmek şarttı. Bunu Büyük İskender kadar kesinlikle gösterecek başka kimse yoktu.


Hakkında gerçekten bir şeyler bildiğimiz ilk atlı savaşçılardan biri Makedonyalı İskender' di. Atları kamçıyla değil, şefkatle terbiye eden ilk eğiticilerden biriydi ayrıca Makedonyalı İskender: 


Teselyalı bir at taciri Makedonyalıların lideri Philippos'a satmak 

için bir at getirir. Arkasına vurulu damga, öküz başını andırdığından halk ata bir isim bulmuştu bile: Bukefalos (öküzbaş). 

Takvimler MÖ 344 senesini gösteriyordu ve o zamanlarda bile at tacirlerinin pek iyi bir ünleri olduğu söylenemezdi. Hareket ederken muhteşem görünen at, yanına biri yaklaştığında son derece huysuzlanıyordu. Philippos tam atı ve tacirini defedecekti ki henüz 12 yaşında olan oğlu İskender atı sakinleştirmeyi denemek için babasından izin istedi. Bukefalos'un kendi gölgesinin hareket ettiğini gördüğü zaman korktuğunu fark eden İskender atı güneşe doğru çevirdi. Bukefalos artık sakinleşmişti. Atının üzerine atlayan delikanlı tarih yazmaya hazırdı artık. 


İskenderiye'den Fergana'ya, Makedonya'dan Hindistan'a kadar neredeyse 30.ooo kilometrelik bir sahaya yayılmış dünyanın gördüğü en geniş imparatorluğu kurarken Büyük İskender'in altında atı Bukefalos vardı. 


Her ne kadar Teselya'nın ovalarından getirilmiş olsa da Bukefalos'un soy kütüğü ya Akhal Teke -üç gün boyunca su içmeden yol alabilen atlarıyla meşhur Akhal vadisi Orta Asya' daki Karakum çölünün göbeğinde bir vahaydı- ya da Fergana'ya dayanıyordu. 


Büyük İskender sıcaklığın 5o dereceye ulaştığı yerlerden Hindukuş'un kar ve buzuna, otlaklardan, bataklıklara, çöllerden muson ormanlarına kadar her türlü arazi ve hava şartlar altında ilerlerken onu Bukefalos taşımıştı. Büyük İskender'in savaştığı son yer olan Puncap'ta Hydaspes ırmağında, söylenceye göre 30 yaşında ölen Bukefalos'un ardından unutulmaz komutan, fethettiği şehirlerden birine atının ismini vermişti. 


İskender, babası Philippos'un MÖ 336'da suikasta kurban gitmesinin ardından iktidara geldi. Babasından 400 atlık hafif bir öncü birliğiyle, Philippos'un icadı olan ve sarissa denilen neredeyse altı metre uzunluğunda mızraklada silahlanmış 33oo'den fazla atlının oluşturduğu ağır bir süvari birliğini ve bölgenin tehlikeli biçimde karmaşıklaşmış ilişkiler ağını miras almıştı. 


Kısa mızraklarıyla Makedonyalı süvariye erişmesi imkansız olan düşman atlısının yüzünü veya atını hedefleyen sarissa'nın ucu sivri, sapı ise binicinin ilk denemesinde ıskalayabileceği hesap edilerek kabaralı idi. 


Makedonya süvarisinin İskitlerden örnek aldığı kama biçimli savaş düzeni Yunanlıların dörtgen formasyonuyla karşılaştırıldığında daha fazla içeri sokulma kabiliyeti ve daha kolay manevra yapıp dönme olanağı sağlıyordu. İskender muazzam seferine başladığında yanında sadece Makedonyalı değil aynı zamanda sayıları 6.ooo'e ulaşan Teselyalı ve Trakyalı süvarilerle Pers süvarileri de bulunduruyordu. Ve bu sadece başlangıçtı. 


Philippas Makedonya'nın at mevcudunu, söylendiğine göre 2o.ooo kısrak ithal ederek artırmış ve iyileştirmişti. Philippas'un dönemiyle aşağı yukarı çakışan Sibirya' daki Pazırık mezarlarından bildiğimiz üzere, sağlam bacaklı bu atların yerden yükseklikleri yaklaşık bir buçuk metre olmalıydı. 


İskender, Bukefalos'un da doğduğu Teselya'dan ve atçılık geleneği Yunanistan'dan daha gerilere giden Trakya'dan getirttiği birçok başka tür mükemmel savaş atıyla Makedonyalı süvari birliklerinin gücüne güç katmıştı. Yapılan bazı yorumlarda bakımı kolay, şaşırtıcı derecede dayanıklı ama bir o kadar da çirkin olarak betimlenen at stoklarına Trakyalılar İskit ülkesinden ithal ettikleri at soylarını da eklemişti. İskender'in ordusunu tüm bu farklı türler oluşturuyordu. 


İskender'in Muhafız Süvarileri diye bilinen ağır süvarileri yaklaşık 2oo'lük gruplara ayrılmış, 300 atlı bir grup ise lidere en yakın özel bir birliği oluşturuyordu. İskender'in süvarisinin bitirici gücünü biraz olsun anlamaya yarayacak bir örnek vermek gerekirse, MÖ 334'teki Granikos muharebesindeki kayıpları, sadece yirmi beşi Muhafız Süvarilerinden olmak üzere, doksan atlı ve otuz piyadeyi geçmezken Perslerin süvari ve piyade kayıpları 1ooo'in üzerindeydi. 


Ertesi yılki İssos Muharebesinde ise Pers kralı Darius'un 3o.ooo'lik süvari gücünün karşısına yalnızca 4.500 süvariyle çıkmasına rağmen sonuçta Makedonyalıların toplam 450 civarında süvari ve piyade kaybına karşılık Persler 15.000 askerlik bir kayıp vermekle kalmayıp atlarının birçoğunu da İskender' e kaptırmıştı.


İki yıl sonra Darius'la bir kere daha, bu sefer Dicle yakınlarındaki Gaugamela ovasında karşılaştıklarında İskender'in 7.ooo süvarisi ve 4o.ooo piyadesine karşılık Darius'un yaklaşık 35.ooo süvarisi, tahminlere göre sayıları 2oo.ooo'den bir milyona kadar değişen muazzam miktarda piyadesi vardı. Bunun yanı sıra 200 tane dört atlı ve biçki tekerlekli savaş arabası da -bu model Hindistan'da geliştirilmişti- bulunuyordu. 


Bu yenilik bile Darius'un işine çok yaramamıştı belli ki. Sadece tek bir atı etkisiz hale getirmek diğer üçünü birden devre dışı bırakmaya yettiğinden savaş arabaları hem piyadeler hem de süvariler tarafından kolayca alt edilmişti. Savaşın sonundaki tabloya baktığımızda ise Makedonyalıların verdiği zayiat sadece 5oo civarındayken bu rakam Perslerin cephesinde 1oo.ooo'i buluyordu. 


Bunlar henüz İskender'in ısınma hareketleriydi. Çünkü takip eden sekiz yıl boyunca ordusunun başında Asya'nın batısından Hindistan'a kadarilerleyerek topraklarına toprak katmakla kalmamış, emperyal maceraları için ordusunun at stokunu da zenginleştirmişti.


Ama bu muazzam ordunun lojistiğini hakkıyla sağlamak hiç de o kadar kolay değildi ve ne insanların ne de atların kolayca aşabileceği arazi şartları İskender'in tahmin ettiğinden de zorlayıcıydı. Gemilerin yerel limanlara taşıdığı erzak ve teçhizatın bir bölümü her biri 12o kiloya kadar yük taşıyabilen atların sırtına aktarılmıştı ve muhtemelen süvari atlarının payına da bir parça nakliye işi düşmüştü. 


Bu atların sırtlarına yüklerin nasıl konulduğu ve taşındığı konusunda şaşırtıcı derecede az bilgimiz olsa da kullanılan halat ve düğümlerin asırlardan günümüze kadar gelen çeşitlerle neredeyse birebir mukayese edilebileceğini söyleyebiliriz: Yük eyeri ile birkaç küfe ve sepet. Batı Amerika dağlarında yük hayvanlarının sırtında eşya taşıyanların halen kullandığı ve diamond hitch* dedikleri düzenek de büyük olasılıkla İskender'in ordusu tarafından biliniyordu. 


Bu zorlu arazi koşullarında, günümüzde de olduğu gibi, atlar bir de kendi erzaklarını taşırdı. En nihayetinde, askeri açıdan en büyük önemi ifade eden atlarının sağlığı konusunda son derece titiz davranan İskender, her at için günlük beş kilo tahıl, beş kilo saman ile otuz beş litreye kadar su ayrılmasını buyurmuş ve şartlar elverdikçe otlamaları için haftanın bir gününü dinlenmelerine ayırmıştı. Bunun yanında, ordunun yaptığı yağmaların bölgelerin hasat zamanına denk gelmesine de özen gösteriyordu. Söz konusu cömert uygulamalar, bu büyük liderin atları için beslediği ilgi ve titizliğe dair bize bir fikir verebilir. Ama şunun da altı çizilmeli ki, atları olmadan, kelimenin tam anlamıyla, hiçbir şey yapamaz, hiçbir yere gidemezdi. 


At sırtında başardığı bazı şeyler sanki insan sınırlarını aşar nitelikteydi. Gaugamela'dan sonra Darius'u birkaç gün daha takip eden İskender, bir günde yetmiş dört kilometre kat etmişti. Başka bir sefer de, çöl topraklarında susuz, çok az erzakla ve nalsız atlarla Dairus'u kovalarken, Darius'un kumandanlarından biri tarafından öldürüldüğünü öğrenene kadar beş gün boyunca toplam 320 kilometre yol kat etmişlerdi. Hindistan'da Hydaspes ırmağında Porus'un ordusundaki fılleri bile becerikli bir manevrayla etkisiz bırakan İskender iki seneden daha kısa bir zaman sonra, MÖ 323 yılında ölmüş, ardında Yunanistan'dan Afganistan'a kadar uzanan koca bir imparatorluk bırakmıştı. Bunu atlarına borçluydu.


Büyük İskender'in kazandığı zaferler, süratle hareket edip şiddetle hücum eden süvari gücünün vurucu etkisinin habercisi olsa da, bunun açık bir şekilde doğrulanması için Romalıların İskit kökenli Partlar karşısında MÖ 53'te, Moritanyalılar karşısında M S 3 · yüzyılda ve nihayet 378 yılında Adrianopolis Muharebesinde Gotlar karşısında uğradığı mağlubiyetleri beklememiz gerekecekti. 


Romalıların, modem uygarlığın teknik temelini atan etkin ulaşım ve iletişim sistemleri, endüstri stratejileri, askeri organizasyon yapıları, gelişkin hukuk sistemleri ve daha bir dizi yeniliklerle dünyayı değiştirdiği doğrudur, ama söz konusu atlar olduğunda Romalılar öncü değil artçıydılar. 


Çabuk öğrenen Romalılar özellikle düşmanlarından kapabilecekleri ne varsa öğrenmeye çalıştılar. Kelt ve Germen kabilelerini ilk defa muharebe alanında gördüklerinde barbar yaftasını yapıştırıp onları hor görmelerine rağmen süvari ve piyade kuvvetlerinin bir araya gelmesinden ibaret olan hücum metotlarının oldukça etkili olduğunu da gözden kaçırmamışlardı. 


Perslerden silah ve zırh konusunda esinlenerek süvarilerini cataphractarii*(sadece atlının zırhlı olduğu) ve elibarani* (hem atın hem de atlının zırhlı olduğu) diye ikiye ayırmışlardı. Bu formasyon daha sonra ortaçağ şövalyelerine ilham kaynağı olacaktı. 


Romalıların bundan sonra attığı adım, oyunu kurallarına göre oynayan tüm emperyalistlerin yaptığı gibi yerel toplulukları kullanmak oldu. 


Çok geçmeden Roma'daki Constantinus Zafer Takının frizlerinde resmedildiği üzere Yukarı Nil'deki Belmiler ve Moritanyalıların yanı sıra Hunlar, Gotlar ve öteki Germen süvarileri Roma'nın emperyal ordusunda saflarını almıştı. Yine de bütün yaratıcılıklarına rağmen hala esas olarak piyade birlikleri dayanıyor ve süvarileri ancak zaferden emin olduklarında ortaya sürüyorlardı. At sırtındaki barbadara karşı duydukları derin korku ve nefretten olsa gerek, Roma'nın tüm vatandaşları vahşi toplulukların kılığı olan pantolon ve bot yerine toga ve sandal giyerdi.


Büyük İskender'in mahirane bir biçimde yaptığının aksine Romalılar hiçbir zaman çarpıcı organizasyon kabiliyerlerini özel eğitimlere, savaşacakları araziyi dikkatle seçmeye ve süvarinin ihtiyaç duyduğu atların sağlığına devamlı özen göstermeye yöneltmedi. 


Fakat posta servisinden savaş arabası yarışlarına kadar uzanan geniş bir yelpazede atların savaş dışı hizmetleri oldukça belirginleşti. Batıda Britanya'dan doğuda Suriye'ye kadar yayılan bir yol şebekesi üzerinde atların çektiği posta ve yük arabalanyla -ve hatta at sırtındaki ekspres kuryelerle- sağlanan ulaşım ve iletişim hızı, ancak tren ve telgrafın gelişiyle geride bırakıla bildi. 


İmparatorluk çapında av ve çekim atları, koşum atları ve yarış atları gibi yeni at türleri de yetiştirildi. Bir başka önemli nokta ise, genel kanıya göre Romalıların MS 1. yüzyılda icat ettiği at nalıdır. Hipposandal denilen bu nal modelinde düzleştirilmiş oval bir metal parçası, yükseltilmiş kenarları ve halkalar yardımıyla deri bir şeride tutturulup ayağa monte ediliyordu. İskender'in atlarının ayaklarına da muhtemelen bundan üç yüz elli yıl önce engebeli arazi için nala benzer şeyler takılmıştı. 


İber yarımadasında Romalıların etkisi oldukça güçlü bir şekilde hissediliyordu. En büyük düşmanlarından Hannibal ile savaşan Romalılar yarımadayı MÖ 2. yüzyılın sonlarında kontrolleri altına aldıklarında yanlarında doğuya ait bazı at soylarını getirmeyi de ihmal etmemişlerdi. Öteden beri düşkün oldukları yarışları ve binicilik oyunlarını kısa zamanda yarımadada başlatmışlardı. Getirdikleri atları yarımadanın yerli atlarıyla melezleyerek üç ana at soyunun temelini atıyorlardı: Sırtı kısa, tıknaz, güçlü ve çevik yapılı Endülüs atının atası; kibar adımları, yuvarlak butları ve dalgalı yelesiyle zarif Jennet; küçük ve sağlam yapılı Fransız tırıs atı. 


Roma at kültürüyle kesişen başka etkilerden bahsetmemiz mümkündür. Hannibal'ın başarıları ve atların bu başarılardaki yadsınamaz payı sadece zaferlerinde değil, aynı zamanda Napoli yakınlarındaki Capua'da konaklamasını (MÖ 216-215) takiben Etrüsk atlarının Berberi atlarıyla çaprazlanmasıyla da ölümsüzleşmişti. Sonuç, meşhur Napali (Neapolitan) atlarıydı. Her ne kadar günümüzde nesli tükenmiş olsa da iki Napoli aygırı -farklı türden dört diğer aygırla beraber- Lipizzaner soyunun ataları olarak tarihe geçmişti.




sayfa 101'den itibaren
AT - J.EDWARD CHAMBERLİN
Çeviri: UĞUR PEÇE



DİPNOT:






( Alevi-Bektaşi kültüründe de Geyik-Donuna girmek vardır.-SB)

"Karaayaklar grup halinde avlanmayı kurtlar ve köpeklerden öğrenmişti. Kurtları makoiyohsokoyi, Kurt Yolu (WolfTrail) ya da Samanyolu, olarak gökyüzünde hala görürüz ve bize bir arada nasıl çalışacağımızı hatırlatırlar. Kurtların öğrettiği bir başka şeyse toynaklı ve boynuzlu hayvanların yemek için uygun olduğu ancak pençelilerden uzak durulması gerektiğiydi. Atlar bu hususta hiç de hevesli görünmeseler de Karaayaklar ponokaomitai-ksi ya da geyik-köpek dedikleri büyük atlar beslemeye başladıklarında, atlar bu isimden hoşnut kalmış, geyik boynuzlarının kutsal ayinlerde kullanılmasından onur duymuşlardı." 





(kadim hısımlar ve ilk kez ata binmek - SB)


"Karaayaklar (Amerika Yerlileri) , kadim hısımlarının -Orta Asya kabileleri- bundan binlerce yıl önce ilk kez ata binip bozkırlar boyunca göçebe medeniyetleri kurduğu zamandan kalma bir yaşam tarzını aniden kaybediyorlardı. Karaayaklar ve diğer ova Yerlileri bu hayat tarzının emanetçileriydiler." 




sayfa 25-27
AT - J.EDWARD CHAMBERLİN
Çeviri: UĞUR PEÇE



.......


MEDYATİK ATIMIZ






Origins of the Sagittarius Mythos

In a Persian legend of the very early (pre-Aryan) period, when Iran was civilized by a western Mesopotamian ruler, Takma Urupi (Takma=Tana) whose wife was Eneth. Eneth or Nana are names of the mother goddess of waters, rivers, and fertility among Mesopotamian and Scythian peoples.


Takhma Urupi (Nimrod), has three sons Tura, Sin, and Iredj. The first two stick together against the third son who inherits Iran. Tura becomes the ancestor of the Turanians, that is Scythians and Huns. Nimrod was known by several names in the Near East and was symbolized by the constellations Sagittarius and Orion amongst the Turanian/Scythian nations.


The centaur race is marked in myth as particularly war like and fierce. The Mesopotamians, who introduced the constellation Sagittarius and defined it as a centaur, represented it as twin headed with a human head facing forward and an animal head facing back, imagery which later adapted into the presence of a cloak flying behind the head of the constellation figure.


Insight into how the centaur myth originated offers an interesting reflection on its early basis. The first and most effective race to use the horse in battle was the Scythians, skilled archers who took full advantage of its speed and height to become a race beheld in terror and awe. It is claimed that when the Greeks first saw the Scythians they believed the horse and rider to be one, giving rise to imaginative and fear-inspired tales of the war-like centaur.




Sagittarius [/center]

constellation, late 14c., from L., lit. "archer," properly "pertaining to arrows," from sagitta "arrow," which probably is from a pre-Latin Mediterranean language. Meaning "person born under Sagittarius" (properly Sagittarian) is attested from 1940.

Various OLD German forms are „scuzzo“, „skut“, „sketta“, „schütte“, modern German „Schütze“ 


Anglosaxon „skytt“ and in Swedish „skytte“



Scythian

1543, from L. Scythia, from Gk. Skythia "ancient region along the north coast of the Black Sea," from Skythes "a Scythian."
The Scythians or Scyths were an ancient people of horse-riding nomadic pastoralists.
half-men, half-horse, drinking, dancing, wild celebrating beings from "another world".


alıntıdır.










***