1877-1878 Harbinde, Rus işgalinde Karlovo Kilisesi Papazı,
Türk çocuklarını keser, kanlarını testilere doldurur ve
bu kanla Kilise Avlusundaki Gül Fidanını sular.
“Papazın vahşeti:
NİCE SENELERDİR NAN Ü NİMETİ İLE BESLENDİKLERİ EFENDİLERİNİ YAKTILAR, ÖLDÜRDÜLER! VELİNİMETLERİ KOMŞULARINA ETMEDİKLERİ KALMADI. ZİKREDİLEN KIZANLIK VE ZAĞRA FACİALARI DİĞERLERİNE BİR NÜMÛNE SAYILMALIDIR. HELE KARLOVADA BİR BULGAR PAPAZININ ÂYİN YAPILAN GÜNDE, BİR DEMET GÜL ÇIKARARAK, CEMAATE HİTABEN:
“BU GÜLLER MÜSLÜMAN ÇOCULARININ KANLARIYLA SULANMIŞ KİLİSE BAHÇESİNDEKİ BİR GÜLÜN KIRMIZI ÇİÇEĞİDİR!” DİYE, TAKDİSE DAVET ETMESİ, KIYAMETE KADAR UNUTULMAZ BİR VAHŞET-İ PÜR-MEL’ANETTİR.
SÜLEYMAN PAŞA HENÜZ BALKANDA İKEN, BU PAPAZIN MEL’ANETİ HABER ALINARAK, FİLİBEDEKİ DİVANI HARPTE SORGUYA ÇEKİLİP, TAHKİKAT YAPILARAK, CEZASI VERİLDİ”.
Zağra Müftüsü'nün hatıraları.
Tarihçe-i vak’a-i zağra. Syf.179-180
“Bu kitap, Türklerin vatan edebiyâtında en samîmî, yüksek bir şâheserdir...”
Bu sözler, meşhur edip ve şâirimiz Yahya Kemal Beyatlı’ya aittir...
Bu kitap “93 Harbi” diye anılan 1877-78 Moskof Harbi’nde Rumeli’deki Müslüman kardeşlerimizin başına gelenleri bizzat yaşamış olan Zağra Müftüsü Hüseyin Râci Efendi’nin, hemen o günlerde kaleme aldığı hâtıralarıdır... Bu kitap, yıkılan büyük devletimiz Osmanlı’nın son asrında, düşman hücumlarının vahşet ve dehşetinin bir zaptı; mâsum müslüman halkın çektiği ıstırapların acıklı bir destanıdır... Evet, bu kitap, ecdâdımızdan bizlere bir mektup, bir şikâyet, bir tezallüm, bir vasiyettir.
BİRKAÇ SÖZ
Bu kitap, yıkılan kutsal imparatorlugumuzdaki müslüman halkın ızdırap destanıdır. 93 Harbi sırasında, Rumeli müslümanlarının ugradığı zulümleri, düştüğü perişanlığı ve çektiği acıları dile getirir.
Hatıraların sahibi olan zat, bu hadiselerin içinde bizzat yaşamış, yurdunu işgal eden düşmanın elinde esir kalmış, kurtulmuş, büyük ve müthiş «Rumeli muhâcereti» ile istanbul'a göçmüştür.
Kültürümüze yeniden kazandırmaya çalıştığımız bu eser, millî acı ve millî kinin bu kin düşman kadar, hâin aydınlara karşıdır da eşsiz bir âbidesidir. Onun hitabının, yeni nesillere birşeyler anlatabileceği, ne güzel ümid...
Elli yıldır sulh uykusuna yatan «milleti merhûmeyi, cedlerinin bu kanlı macerası, biraz uyandirabilse... Eski mübarek topraklarin —hattâ— hayâlini görebilen birkaç kişi çıkarabilse... Hiç olmazsa, bu yerlerin eski sahiplerinin torunlarına dedesi'nin geldigi yeri, oğluna öğretmek borcunu hatırlatabilse...
Kitabın baştarafına koydugum «Giriş» kismında, eserin tarihî ve coğrâfî bakımlardan da anlaşılıp takip olunabilmesi için, anlatılan hazin vakaların sebebi, 93 Harbi'ne dair, hatırlatıcı bilgileri derledim. Sonuna ise, yine aynı düşünce ile ordumuzun harp yıllarındaki kuruluşuna dair lülzumlu birkaç not ve haddim olmayarak çizmeye çalıştığım bir Rumeli haritasi ekledim.
Eserin diline ancak gerektiği kadar müdâhale ederek, sadeleştirdim. Cümle kuruluşuna ve ûslubuna dokunmadım. Birinci kitaba fasıl ve arabaşlıkları koydum. Manzum olan üçüncü kitabı aynen derc edip, sonuna, açıklamasını ekledim. İlk iki kitapta, metin arasında rastlanan ayetlerin ve sonlardaki arapça bitiş dualarınin yerine meallerini koydum; arapça ve farsça birkaç beyit ve ibareyi ise almadım. Bunların dışında eserin metninde bir ilave, değişiklik veya çıkarma yapmadım. Dipnotlardan yıldızla işaretli olanlar, eserin yazarı ile naşir olan oğluna aittir.
Kitapta geçen bazı yer isimlerinin doğru okunması ve haritadaki mevkilerini bulmak güç oldu. Bu iş için, İ. Halil Sedes'in eserine ekli olan harp haritaları ile eskilerden, 1324'te Mekteb-i Fünün-u Harbiyye-i Şahane matbaasında tab' olunmuş «Avrupayi Osmani Haritası»nı ve 1330'da Şems Matbaasında basılmış «Balkanlıların Hudut Haritasını, yenilerden ise, Harita Umum Müdürlüğünün 1956 basımlı «Türkiye» ve komşuları haritasını esas aldım. Mehazlardaki okunuş farklari elde olmayarak esere de aksetti.
Bana Türkiye Haritası'nı lütf eden, iyi insan, haritacı yarbay M. Orhan Bayrak Bey ile eski haritaları temin eden aziz dost, sahhaf İsmail Özdoğan Bey'e teşekkür borçluyum.
Samimiyetimden başka bir değeri olmayan bu çalışmamın, 93 Harbi'nde Lofça'nın Düzdağ yaylasından Bursa'ya göçen muhterem ecdadım ile milletimin bütün mazlum ve Şehitlerinin ruhlarına rahmet vesilesi olmasını Rabb'imden dilerim.
M. ERTUĞRUL DÜZDAĞ
....
Tarihçe-i Vak'a-i Zağra
93 Harbi, Osmanlı İmparatorluğu için büyük bir felaket olmuştur. Bu harbin neticesinde İmpartorluk, çok ağır şartları kabul etmek zorunda kalmış, Rumeli'nin büyük bir kısmı elimizden çıkmıştır. Bu Yüzden Rumeli'nden İstanbul'a akın akın göçler yaşanmıştır. Bütün bu olaylara bizzat tanıklık etmiş bir müftünün hatıraları, günümüz insanlarına da ışık tutacak bilgi ve tecrübeleri içermektedir.
Bu Zağra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi'dir ve eseri de Tarihçe-i Vak'a-i Zağra adını taşımaktadır.
Hemen belirtelim ki Hüseyin Raci Efendi hakkında fazla bir bilgimiz yoktur. Kitabı yeni harflerle basıma hazırlayan Ertuğrul Düzdağ da bundan şikayetçidir. Bunun başlıca sebebi, yzarın başka eserinin olup olmadığının bilinmemesidir.
Tarihçe-i Vak'a-i Zağra'dan ilkin Recaizade Mahmut Ekrem, Talim-i Edebiyatı'nda bahsetmiş, onu Yahya Kemal izlemiştir. Eser 1877 'de Rusların, o zaman Tuna vilayetimiz olan Bulgaristan'a saldırıp, Zağra'ya kadar ilerleyerek yaptıklarını anlatır. Özellikle yerli Bulgarların nasıl zalim ve acımasız davrandıklarını gözler önüne serer.
Yard.Doç.Dr.Mustafa ÖZCAN - PDF
...Ve Yıllar Sonra yine....
Bulgaristan'daki Türk toplumu, yaklaşık 30 sene önce asimilasyon ile karşı karşıyaydılar.
Belene kampı :
Tuna Nehri üzerinde kurulu olan, 1949 yılından itibaren suçluların kapatıldığı Belene Kampı 1984'ten itibaren "Uyanış Süreci" olarak adlandırılan Bulgarlaştırma politikası nedeniyle Türklerin korkulu rüyası oldu.
Türkçe konuşanlar, isimlerinin Bulgarca'ya çevrilmesine karşı çıkanlar, Türk radyosu dinleyenler ya da sadece "casusluk yapma eğilimi var" diye suçlananlar hiçbir savunma alınmadan Belene kampına gönderiliyordu.
"Türkçe söylemek yasak, Türkçe yürümek yaya
Türkçe işitmek yasak, Türkçe bakmak dünyaya
Türkçe sevinmeyecek, Türkçe gülmeyeceksin
Alnından akan teri Türkçe silmeyeceksin.
Türkçe bağlamak yasak ayakkabı bağını
Türkçe ayırmak yasak, solunu ve sağını
Sofrada ekmeğini Türkçe dilmeyeceksin,
Türkçe yaşamayacak, Türkçe ölmeyeceksin."
Ömer Osman Erendoruk - Belene Kampı'na gönderilen Türk şair
Toplam 85 bin dönümlük adada kurulan kampta baskılara karşı çıkan Türklerin yaşadıkları işkence Ankara'nın gündemindeydi. Türkiye ilk notasını 20 Nisan 1989'da verdi. Çağdışı baskılara son verilmesi, parçalanmış ailelerin birleştirilmesiyle ilgili mantıklı bir göç anlaşmasının imzalanması, ilk aşamada 3410 soydaşlık bir grubun Türkiye'ye gönderilmesi istendi.
Bayram şekerine yasak
Bulgaristan'ın notaya yanıt vermemesi üzerine ikincisi 10 Mayıs'ta gönderildi. Sofya ise bu çıkışlara insan hakları ve demokrasi savunucusu Türkleri sınırdışı ederek yanıt veriyordu. Baskılar o kadar artıyordu ki Bulgaristan yönetimi 16 Mayıs'ta bayram şekerine bile yasak getiriyordu.
21 Mayıs'ta ilk direniş başladı. Razgrad, Kırcaali ve Hasköy'de binlerce Türk yürüyüş düzenledi. Eylem kanlı bastırıldı, göstericilere açılan ateş sonucu resmi rakamlara göre üç Türk ölüyor, 30'u aşkın kişi yaralanıyordu. 29 Mayıs'taki yürüyüşeyse özel eğitilmiş köpeklerle saldırılıyordu.
"Türk yok, Hıristiyan olmayan Bulgarlar var"
Özal'ın çağrıları ardından Bulgar hükümeti 10 Haziran'da adım attı. "Bulgaristan'da Türk yoktur, Hristiyan olmayan Bulgarlar vardır" diyen Dışişleri Bakanı Peter Mladenov vizelerin serbest bırakıldığını açıklıyor, isteyene Türkiye'ye gitmesi için izin verileceğini duyuruyordu.
"Tedbir almazsak Bulgaristan Kıbrıs'a dönüşecek"
Bu Sofya yönetiminin planının önemli bir adımıydı. 23 Haziran 1989'da SSCB lideri Mihail Gorbaçov ile görüşen Bulgaristan lideri Todor Jivkov inkar politikasını Kıbrıs örneği vererek açıklıyordu:
"Ülkemizde 800 - 850 bin Müslüman var. Eğer bir tedbir almazsak 20 yıl sonra Bulgaristan ikinci bir Kıbrıs'a dönüşecek. Bizim hesaplarımıza göre, 500 bin kişiyi göç ettirmemiz gerek. Kesin görüşümüz şu: Biz bunları asla Türk olarak kabul etmeyeceğiz"
"Bir milyon soydaş gelse alırız"
Kamuoyunda "Utanç Treni" olarak adlandırılan tren ile Edirne Kapıkule Gümrüğü'ne toplam 300 bin Türk geldi. Özal "Bir milyon soydaş gelse gene alırız" dese de sayı artınca Ankara durmak zorunda kaldı. Yeniden vize dönemi başlatıldı. Sadece Bulgaristan'daki Türkler değil, onların hikayeleri de Türkiye'ye ulaşıyordu. Dillerinde hep aynı acı ve korku vardı: Belene…
"Her gün domuz eti yahnisi veriliyordu"
Virane yatakhanelerde saman yataklarda yıllarını geçiren Türkler'e ahır görünümündeki yemekhanelerde yiyemeyecekleri bilindiğinden "domuz yahnisi" servis ediliyordu. Onlardan biri yaşadıklarını Türkiye'ye gelince medya ile paylaşan Gültekin Kahraman'dı…
"Bizden aylık elektrik, kira, su, gardiyan koruma parası ve yemek için 127 leva ücret alınıyordu. Kampta 500 tane öğretmen, 50 tane doktor, 80 tane mühendis, 40 üniversiteli vardı. Sabah saat 05:00'te kalkıp devlete ait arazilerde kazma kürek sallıyorduk. Kazdığımız her yerden insan cesetleri fışkırıyordu. Her gün domuz eti yahnisi veriliyordu. Çaresiz kuru ekmeğe talim ediyorduk. Köpekli gardiyanlar günde 27 kez yoklama yapıyordu. Bazılarını disipline gönderip vücudu morarana kadar dövdükten sonra hücrelere kapıyorlardı. Saman yığınlarında yatıp kışı sobasız geçiriyorduk. Bir odada 30 kişi yatıyorduk. Kamptaki arkadaşlarımızdan 40 kişi zulme dayanamayıp çıldırdı."
Ancak bazıları için Türkiye'ye geliş bile kurtuluş olmuyordu. Yaşadıkları travmalar peşlerini bırakmıyor sonu intiharla sonuçlanıyordu, Halil Özdemir gibi. Eşi ve annesi ölümünün ardında yaşadığı işkencelerin olduğuna inanıyordu:
"Halil Bulgaristan'da isim değiştirilmesi olayına başından beri karşı çıkmıştı. Bulgarlar da ona çeşitli işkenceler yaptıktan sonra 7 ay Belene kampına götürdüler. Halil, daha sonra akıl hastası oldu. Bulgaristan'da da defalarca intihara kalkıştı. Türkiye'ye geldikten sonra çeşitli doktorlara gitti ama bir türlü Belene kampında gördüğü eziyeti, işkenceyi unutamadı."
1989'de Jivkov hükümeti Sovyet bloğunun çöküşe geçişiyle düşerken kamp 1990 yılının başında kapandı. Ancak yaraları asla tamamen sarılamadı. 2012 yılında Bulgaristan hükümetinin o dönem yaşananlar için özür dilemesine rağmen…
Basın 2001
Bulgaristan'da 1,5milyon Türk yaşıyor...ama çoğu Bulgar ismiyle !
//
Yirminci Asırda Balkanlar’da Türkler’in Uğradığı
Sürgün ve Soykırımlar
Türk tarihi, âdeta bir göçler tarihidir. Yaşanan çok sayıda savaşın önemli sebeplerinden veya sonuçlarından biri de bu göç sürekli yer değiştiren, farklı dil, din ve kültürlerin coğrafyasına giren Türkler, ister istemez, gittikleri coğrafyadaki insanlarla bir hâkimiyet mücadelesine girişmiş; savaşmışlardır. Türkler, asıl büyük kıyım ve kırımları göçler sırasında yaşamışlardır. Her göç, Türkler için bir trajedi olmuştur.
Tarih boyunca yaşanan bütün göçleri ve bu göçlerde karşılaşılan kıyım ve kırımları anlatmak bir kitabın hacmine sığmaz. Onun için biz daha çok 20. yüzyılda Türklerin uğradıkları göçlerin, sürgünlerin, kıyım ve kırımların bir bölümünü, özetlemeye çalışacağız.
16. yüzyılın ortalarında (1552), şehirdeki bütün erkeklerin, Korkunç İvan‘ın emriyle kılıçtan geçirildiği, sağ kalan kadınların ve kızların esir edilip 150 bin Rus askeri arasında dağıtıldığı Kazan Hanlığının Ruslar tarafından yıkılması ve 17. yüzyılın sonlarında Osmanlı Devleti’nin Viyana önlerinde mağlup edilmesiyle (1683) başlayan yenilgiler ve geri çekilme süreci, içinde çok acı olayları barındıran felaketler zincirine dönüşmüştür.
Türk’ün “Kara” Asrı
18. yüzyılın ortalarından itibaren hızlanarak gelişen tarihi olaylar 20. yüzyılı Türkler için “kara” bir yüzyıl haline dönüştürmüştür. Nitekim 20. yüzyılın en mağdur, en mazlum ve en çok kırım ve kıyıma uğrayan milleti Türkler olmuştur.
20. asır, insanlık tarihinin en önemli yüzyıllarından biridir. Bilim ve teknoloji bu yüzyılda zirveye çıkmıştır. Dünya ideolojik kutuplara bölünmüş, büyük savaşlar ve mücadeleler yaşanmış; insanlığın yaşadığı derin acılardan sonra, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü genellikle bütün dünya tarafından benimsenen ortak değerler haline getirilmiştir. Bu gelişmeleri fırsat bilen birçok millet, tarihle hesaplaşmış; evrensel hukuktan ve milletler arası kurumlardan yararlanarak kayıplarını telafi etmeye çalışmıştır. 20. yüzyılın en çok kaybeden milleti olan Türkler ise, kaybetmeye devam etmişlerdir.
Onun için 5 Ekim 1938 tarihinde kurşuna dizilerek öldürülen ünlü Özbek şairi A.Çolpan:
Bu imiş; bilgi- fen, hüner asrı
Bu imiş; yükselen beşer asrı
Hadisat öyle gösterdi ki; bu asır
Yalnız; şer ve şer ve şer asrı
Göç, bazen istenerek başvurulan umuda yolculuğun adı, kimi zaman da mecburi bir yer değiştirme, bir sürgündür insanlık için. Kıtlık, salgın hastalık, kuraklık gibi tabii afetler sebebiyle meydana gelen göçler, asıl itibariyle bir umuda, hayale, hayata yolculuktur. Ancak, insanlara, yaşadıkları coğrafyada hayat hakkı verilmemesi dolayısıyla meydana gelen mecburi göçlerde, genellikle acı, ezilmişlik, vahşet, katliam ve ayaklar altına alınan insanlık onuru vardır. Bu tür göçler, aslında birer sürgündür. Başka bir deyişle, bu tür göçler, vahşetten, zulümden, ölümden kaçıştır.
Osmanlı’da Adâlet ve Şefkat
“Îla-yı Kelimetullah” ve “Nizâm-ı Âlem” ülküsüyle coşan Osmanlı orduları, İslam adaleti, İslam hoşgörüsüyle fetihler yapmış ve üç kıtaya yayılan geniş bir coğrafyayı Osmanlı Devleti’ne bağlamış idiler. Türklerin adaletini ve hoşgörüsünü tanıyan yerli halklardan birçoğu, savaşmadan Osmanlı’ya tabi olmayı kabul etmiş ve Türklerin adaletine sığınarak dillerini, dinlerini, kültürlerini korumuş, yaşatmışlardır. Türkler tarafından fethedilen geniş coğrafyada, yüzyıllar boyu, Türkler ile diğer milletlerle birlikte, barış ve adalet içinde kardeşçe yaşamışlardır.
Osmanlı Devleti fethettiği toprakları her bakımdan imar etmiş; yollar, köprüler, camiler, hanlar, hamamlar yapmış ve o bölgelere önemli sayıda Türk nüfusu aktararak tam anlamıyla vatanlaştırmıştır. Yüzyıllarca dünyanın tek süper gücü olan Osmanlı Devleti, gerilemeye ve toprak kaybetmeye başlayınca, Türkler önemli ölçüde göç olgusuyla karşı karşıya kalmışlardır.
Osmanlı’dan Sonra Zulüm ve İşkence
Osmanlı ordularının çekildiği coğrafyalardaki Türkler, yıllarca birlikte yaşadıkları ve hep şefkatle davrandıkları yerli komşuları tarafından, amansız ve acımasız bir baskı ve kırıma maruz bırakılmışlardır. İşte içinde büyük trajedileri, soykırımları barındıran bu göçlerin önemli bir bölümü Balkanlarda yaşanmıştır.
İkinci Viyana kuşatması da başarısızlıkla sonuçlanınca, Osmanlı ordusu tarihinde ilk defa geri çekilmiştir. Bu çekilmeyle birlikte Avusturyalılar, İstanbul’dan, çok önce, 1389 tarihinde Türkler tarafından fethedilen Üsküp’e kadar gelerek şehri yakmış ve birçok insanı kılıçtan geçirerek öldürmüşlerdir.
1687′dekı bu olay sırasında, Üsküp’te yaşama imkanı bulamayan Türkler, göçmek ya da kaçmak zorunda kalmış ve İstanbul’a gelerek Unkapanı civarında bir mahalle kurmuşlardır. Bu olay ve 1687 tarihi, Rumeli’den Anadolu’ya doğru yapılan göçlerin başlangıcını oluşturmuştur.
1687 tarihinde Üsküp’ten İstanbul’a yapılan göçten sonra, yaşadıkları yerlerde rahatsız edilen, baskıya uğrayan Türk toplulukları, çeşitli zamanlarda Anadolu’ya göçmeye devam etmişlerdir. Daha sonra yapılan göçlerden, 1774 tarihinde Balkanlar üzerinden gerçekleşen Kırım Türklerinin göçü, 1806 yılında Sırp ve Karadağ işyardan, 1829 tarihinde Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ve özellikle, 1877/78 Osmanlı Rus savaşı İle 1912 Balkan savaşı sonrasında meydana, gelen göçler önemlidir.
Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanması ile birlikte çeşitli bölgelerde yaşayan Türklere büyük baskılar uygulanmış ve göçe zorlanmışlardır. Özellikle Mora yarımadasında yaşayan Türkler büyük zulüm görmüş; kaçma fırsatı bulamayan 20,000 Türk hunharca katledilmiştir.
Rusların Yeşilköy yakınlarına kadar geldikleri 1877/78 Osmanlı-Rus savaşı sonrasında Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlarını ilan etmişler, Bulgaristan ise özerk bir Prenslik haline getirilmiştir. Bu savaş sırasında ve sonrasında bir buçuk milyon İnsan göç etmek zorunda kalmıştır. Hiçbir can güvenliği olmadan yollara çıkan bu insanlar, göç yolunda saldırılara uğramış; işkenceye, tecavüze ve her türlü insanlık dışı uygulamaya maruz kalmış, büyük bir kısmı yollarda öldürülmüştür.
Bu göçler sırasında yaşananlar tam anlamıyla bir felakettir. Soykırımdan kurtulanların bir bölümü de açlık, hastalık ve sefaletten ölmüştür. Sağ olarak güvenli bölgelere ulaşabilenler, buralara yerleştirilmiş, Anadolu’ya gelenler ise Osmaniye, Reşadiye, İhsaniye gibi adlarla kurulan yeni yerlere yerleştirilmişlerdir.
1877/78 Osmanlı-Rus savaşından sonraki en büyük göç dalgası, 1912 Balkan savaşı sırasında yaşanmıştır. Dört küçük Balkan devletçiği, Osmanlı’nın orduyu terhis etmesini fırsat bilerek hücuma geçmiş ve Osmanlı’yı mağlup etmiştir. Türkler ancak İşkodra, Yanya ve Edirne’de direnebilmişlerdir.
Savaş sırasında sivil Müslüman halk katliama uğramış, kaçabilenler canlarını kurtarmış ve İstanbul’a, Anadolu’ya yönelen yeni bir göç dalgası oluşmuştur. Balkan savaşlarından sonra Osmanlı Devleti, Avrupa’daki topraklarının % 83′ünü, Avrupa’daki nüfusunun ise % 69′unu kaybetmiştir.
Çok Hazin Manzaralar
Bütün bu savaşlar ve göçler sırasında her biri ayrı bir trajedi olan binlerce olay yaşanmıştır. Örnek olması bakımından bir Alman demiryolu memurunun 1878 savaşı hatıralarında yer alan bir notunu burada vermek istiyorum.
Alman memur hatıralarında ,” Yolda dört yüz cesede rastladım. Üst üste yığılmışlardı ve hepsi çıplaktı. Kadın, erkek, çocuk hepsi önce karda, soğukta çıplak bırakılmış, sonra öldürülmüşlerdi. Bunların içinden iki yaşında bir çocuğu ben kurtardım” demektedir.
“Rumeli’den Türk Göçleri” adlı eserde, Bilal Şimşir 1878 Osmanlı-Rus savaşından sonra başlayan ve 1912 Balkan savaşları sonrasında devam eden göçleri, Türk, Rus, Fransız, Bulgar ve İngiliz arşiv belgeleriyle ortaya koymaktadır.
Bu eserde yer alan yüzlerce belgede, göçün, açlığın, etnik arındırmanın, soykırımın ve korumasız kalan sivil insanların çaresizliğinin, insanlık ayıbı olan örneklerini görmek mümkündür.
Örneğin bu belgelerden biri, Petersburg’da İngiliz Büyükelçisi Loftus tarafından Rus Dış İşleri Bakanı Gortchakow‘a verilen notadır. Bu notada:
“Rus ilerlemesi karşısında Rumeli Türk halkının panik halinde toplu olarak göçtüğü ve bu göç sırasında 100.000 kişinin açlıktan ve soğuktan öldüğü belirtilerek, halkın telaş ve korkusunun giderilmesi için, Rusların bir bildiri yayınlaması gerektiği“ belirtilmektedir.
Göçler Devam Ediyor…
Balkanlarda yaşanan katliamlarda Rus desteğindeki Bulgar birlikleri önemli rol oynamışlardır. Sadece Harmanlı katliamında 20.000 kişi katledilmiştir. Balkan savaşı sırasında meydana gelen göçte, yaklaşık olarak 600.000 Müslüman katledilmiştir.
Bu 600.000 kişinin 200.000′inin Bulgar çeteleri tarafından katledildiği tahmin edilmektedir. 1821′deki Yunan ayaklanması ve bu ayaklanmaya ile birlikte başlatılan “etnik temizlik”, daha sonra uygulanan sürgün ve soykırımın başarılı bir örneğini oluşturmuştur!
Bütün bu coğrafyadaki nüfus hareketleri, aslında nasıl bir göçün, sürgün ve katliamın yaşandığını açıkça göstermektedir, örneğin, Girit’te 1821′de 160.000 Müslüman, 129.000 Hıristiyan yaşarken, 1911′de Müslüman nüfus 28. 000, Hıristiyan nüfus ise 307.000 olmuştur. J. McCharty de 1829 ile 1923 yılları arasında Balkanlarda 5.000.000 sivil nüfusun eridiğini, yok olduğunu belirtmektedir. Eriyen ve yok olan bu sivil nüfusun tamamına yakını Müslümanlardan oluşmaktadır.
Balkanlardan Anadolu’ya yapılan göçler Cumhuriyet döneminde de devam etti, Bu göçlerin bir bölümü “mübadele” yoluyla gerçekleşti. 1923 mübadelesinde Yunanistan’dan yaklaşık olarak 500.000 insan Türkiye’ye geldi. Yunanistan’da baskı ve zulüm gördükleri için, 1952-1969 yılları arasında mübadele anlaşmaları dışında 25.000 kişi daha Türkiye’ye göçmek, kaçmak zorunda kaldı.
Cumhuriyet döneminde Balkanlardan Türkiye’ye yapılan göçlerin en büyüğü Bulgaristan’dan oldu. 1925-1949 yıllan arasında 220.000, 1950-52 yıllan arasında 155.000, 1968-79 yılları arasında 115.000,1989 yılında ise yaklaşık olarak 230.000 kişi Türkiye’ye göç etmek zorunda kaldı.
Türkiye, bu son göçle, 2. Dünya Savaşından sonra Avrupa’da görülen en büyük göç hareketiyle karşı karşıya kaldı. Dönemin Bulgar yöneticileri, Türklerin en temel insani haklarını ellerinden aldılar. İsimlerini değiştirdiler, dillerini yasakladılar, mezarlıklarına müdahale ettiler, tarîhi ve mimarî eserlerini yıktılar, dinî ve millî kimliklerini yok etmek için büyük baskılar, sindirme ve asimilasyon politikalar uyguladılar.
Dünyanın gözü önünde gerçekleştirilen bu maddi ve manevi soykırıma maalesef bütün dünya seyirci kaldı. Belene kampından dünya basınına yansıyan görüntüler ise, insanın tüylerini ürperten bir vahşet ve insanlık ayıbı olarak tarihde ki yerini aldı.
Bu soykırımdan kaçanlarla birlikte, Cumhuriyet döneminde Bulgaristan’dan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan insan sayısı yaklaşık olarak 800.000′e ulaştı. Bu rakam, Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde aldığı göçlerin yaklaşık olarak % 48′ini oluşturmaktadır.
Ayrıca Cumhuriyet döneminde Yugoslavya’dan 305.000, Romanya’dan 120.000 kişi Türkiye’ye göçtü.
Son Soykırım: Bosna! (*)
1992 yılında bağımsızlığını ilan eden Sırplar, Bosna-Hersek ve diğer yerlerde büyük bir soykırım gerçekleştirdiler. Avrupa’nın ortasında gerçekleştirilen bu soykırımın görüntüleri bütün dünya gazetelerinde ve televizyonlarında yayınlandı. Âdeta canlı, yayınlarda soykırımlar yapılmaktaydı. Ancak öldürülenler Müslümanlar, olunca bütün dünya, Sırplar amaçlarına ulaşıncaya kadar seyretti. Bu vahşetten kaçabilen 20.000 insan Türkiye’ye getirildi. Bir bölümü Kırklareli’ndeki göçmen kamplarına, bir bölümü de İstanbul’un çeşitli semtlerinde oturan akrabalarının yanına yerleştirildi.
Göçler büyük acılarla doludur. Bütün zorlukların , acı ve trajedilerle dolu hikâyelerine rağmen, şunu da belirtmek gerekir ki, göçlerin Anadolu’nun Türkleşmesinde büyük rolü olmuştur. Önce 13. yüzyılda Moğollardan kaçarak gelenler, daha sonra da 19 ve 20. yüzyılarında ki göçlerle gelenler Anadolu’nun Türkleşmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır.
Prof. Dr. Ahmet Buran
Kurşunlanan Türkoloji
PDF
(* Son soykırım Türkmenlere yapılandır.2014)
//TARİHİN BAŞLANGICINDAN BERİ
//TÜRK MİLLETİ KADAR ACI ÇEKMİŞ BAŞKA
BİR MİLLET YOKTUR !
//HATIRLA VE HATIRLAT!
//TÜRK SOYKIRIMI