Translate

1 Haziran 2012 Cuma

ARKEOLOJİ İLE CASUSLUK










GERTRUDE BELL VE IRAK'IN DOĞUŞU








"ANGELİNA JOLİE BM MÜLTECİLER YÜKSEK KOMİSERLİĞİ İYİ NİYET ELÇİSİ OLARAK HATAY'DAKİ SURİYELİ SIĞINMACILARIN KAMPINI ZİYARET ETTİ. !..."
BASIN 17.06.2011 ..... "...KARŞILADIĞIMIZ O İYİNİYET ! ELÇİSİ ANGELİNA, YENİ BİR BAŞROL İÇİN , İNGİLİZ YÖNETMEN RİDLEY SCOTT'LA EL SIKIŞTI, SENARYOSU KANIMIZLA YAZILMIŞ, ÇÖL KRALİÇESİ GERTRUDE BELL'İ CANLANDIRACAK..."  YILMAZ ÖZDİL - 23.MART.2012




“Biz çok rahattık. Halkın bize güveni tamdı, bizi seviyorlardı. Zaman zaman arkeolojik çalışmalar da yapıyorduk, ama daha çok diğer konularda rapor tutuyorduk."
Gertrude Bell’in hatıralarından








Savaş ve Arkeoloji


20. yüzyılın başında II. Abdülhamit ve II. Wilhelm dostluğunda vücut bulan Osmanlı-Alman yakınlaşması, Bağdat Demiryolu gibi projelere yol açarken, Almanların Asya ve Afrika’da yeni sömürgeler elde etmesini sağlayacak olanakları da beraberinde getiriyordu. II.Wilhelm’in, 1889 ve 1898 yıllarında yaptığı İstanbul, Şam, Kudüs ziyaretlerinde beraberinde bol sayıda arkeolog kostümü giymiş casus bulunmaktaydı. Bu kişiler, sonraları Alman Orient Enstitülerinde istihdam edilecek ve kazı bahanesiyle gittikleri bölgelerde jeolojik (petrol arama) araştırmalardan, politik ajitasyona kadar çeşitli faaliyetlerde bulunacaklardır. Abdülhamit’in İstihbarat Servisi, bunları deşifre etse de ikili ilişkilerin bozulmaması adına yapılanlar görmezden gelinir. Kazı alanlarının dekor olduğu bu tiyatro sahnesinde amaç, bulunulan bölge hakkında istihbarat toplamaktır. 



Osmanlının, 1. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında katılması, propaganda ve istihbarat çalışmalarına yeni boyutlar getirir. İstanbul hükümeti, henüz tarafsız olduğu dönemde özel görevli casus ve subaylarını Müslümanların yaşadığı savaş bölgelerine göndererek Almanya’nın yanında propaganda çalışmalarına çoktan başlamıştır. Savaşa girer girmez Cihad-ı ekber ilan eden Osmanlı devleti, İngilizleri bir hayli endişelendirir. 



Ayrıca Alman Panislamizm Bürosu da oldukça etkili bir şekilde çalışmaktadır. Hindistan’daki Müslüman nüfusun ayaklanmasından korkan İngiltere elbette ki boş durmayacaktır. Kahire’de derhal Intelligence Service’in (gizli servis) Arap Bürosu (Arabian Bureau) kurulur. Londra, elinde tuttuğu Hindistan ve Mısır’ı kaybetmemek adına Ortadoğu’daki çıkarlarını buradan yönetmeye başlar. Bu büronun mimarı Mark Sykes’ dır. (arkeokurdan alıntıdır.)




Uygarlığın Büyük Hazineleri. Nemrut'un Keşfi ve Gertrude Bell


Nemrut (şehir) kalıntılarının 1845'te ortaya çıkarılması. Bu öykünün perde arkasında oynanan oyunların amacı neydi? "Çölün Kızı" olarak bilinen ünlü İngiliz casus ve arkeolog/yazar Gertrude Bell . Arabistanlı Lawrence'ın fikir Annesi, Arapların Osmanlı'ya karşı ayaklanmasındaki önemli rolü ve Irak sınırlarını çizen kadın....





" Gerçek amacını sakladı, Türklerin bilmesini istemiyordu! Bazı Arap aşiretleri Türkleri, bazıları ise İngilizleri tutuyordu. bir rapor yazdı. İngiltere'ye döndükten sonra savaş çıktı ve bu rapor İngilizler için güç dengelerini değiştirdi. Lawrence'n akıl hocası Gertrude idi. İngilizler Lawrence gönderdi, Gertrude ise masa başından bilgi akışı sağladı. 
Arapları Türkleri karşı ayaklandırdılar...
Daha önce Irak diye bir devlet hiç olmamıştı!"

Gertrude Bell'in hayatı History belgeselde 25.dk.

Uygarlığın Büyük Hazineleri. Nemrutun Keşfi. 
ve  Ortadoğunun Antik Dünyası.












ŞİMDİ DE NECİP HABLEMİTOĞLU İLE 
YAKIN GEÇMİŞE BAKIŞ
ZEUGMA, HASANKEYF VE DİĞERLERİ İLE NE AMAÇLADIKLARINI ÖĞRENELİM





...Zeugma, Hasankeyf ve diğer antik kentler! Efes, Didim, Perge, Side, Bergama, Kapadokya, Antakya, Milas, Afrodisias, Troya, Alacahöyük ve daha pek çokları... Elbette uygarlıkların kesiştiği ülkemizde mevcut tüm tarihsel miras, bizim olduğu kadar insanlığın da malı. Korumak, sahip çıkmak hepimizin ulusal görevi!.. 


Halen binlerce yerli-yabancı arkeolog bu eski uygarlıkların kalıntıları üzerinde çalışmakta. Hatta Türkiye, kıt kaynaklarını bu kalıntıların ortaya çıkarılması, korunması ve sergilenmesi için tahsis ederken bile "yetersiz"likle suçlanmakta; uluslararası platformlarda köşeye sıkıştırılmakta. 



Örnek mi?!. İşte Zeugma ve de Hasankeyf!..Bir bölümü Birecek Barajı gölü altında kalacak olan Belkıs (Zeugma) Antik Kenti'nde Türk, İngiliz, İtalyan, Fransız, İspanyol, Yeni Zellandalı, Avustralyalı, Almanyalı ve Amerikalı 102 arkeolog çalışmakta. İşçilerin sayısı ise 210. 













Kentin su altında kalması sözkonusu olmayan bölümündeki çalışmaları ise 8 Türk ile İngiliz, Fransız ve Avustralyalılardan oluşan toplam 30 yabancı arkeolog ve de 90 işçi sürdürmekte. 
Kazı çalışmaları ile ilgili olarak Kültür Bakanlığı'nın tüm olanaklarının yanısıra, dış yardımlar da kullanılmakta. Örneğin, bu iş için 5 milyar dolar yardım yapan ve bir o kadarını daha verebileceğini taahhüt eden Hewlett Packard'ın patronu, şimdiden "Zeugmanın Babası" ilân edildi bile !




Esas fedakârlığı yapan, kıt ekonomik kaynaklarını binlerce tarihi eseri bakımsızlıktan harap haldeyken Zeugma ve Hasankeyf'e tahsis eden Türkiye, acaba dış ülkelerde takdir ediliyor mu? !.


Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ne (GAP) öteden beri karşı olan AB ülkeleri, GAP çerçevesinde yapılacak barajların altında Zeugma ve Hasankeyf gibi 1135 antik kentin kalacağını iddia ederek, Türkiye'yi kültürel vandalizm ile suçlamaktalar.  Ancak son yıllarda -özellikle de Türkiye'nin AB aday üyeliğinin sözkonusu olmasıyla- bu söylemde daha ileri giden AB üyeleri, Türkiye'nin bu barajlarla, açıkça "Kürdistan"ın ya da en hafifinden "Mezopotamya"nın tarihini yok etmeye çalıştığını iddia etmeye başladılar. 









Hatta o kadar ki, 50 Kürt (!) köyünün yanısıra, efsanevi (!) Kürt lideri Abdullah Öcalan'ın doğup yetiştiği köyün bile sular altında bırakılarak bir ulusun tarihinin yok edilmeye çalışıldığını; bunu da Türk Hükûmetlerine Türk Silahlı Kuvvetleri'nin empoze ettirdiğini öne sürdüler. 


Avrupa Basınında, "insan hakları" ile özdeşleştirilen ayrılıkçı kürt terörizmine himaye kapsamında, sözkonusu antik kentlerin malzeme olarak kullanılmasından vazgeçme gibi bir emare görünmemektedir. 



Örneğin, Kültür Bakanlığı'nın ve Türk arkeologların iyi niyetli çabaları hiçbir şekilde haber konusu olmazken, "uygar Avrupalı arkeologların" çalışmaları ve de buna koşut olarak bölgedeki HADEP'li belediye ve baro başkanlarının Türkiye karşıtı konuşmaları, Zeugma ve Hasankeyf haberleri içinde ağırlıklı olarak yeralmaktadır (3)



Kısaca, Türkiye'nin bu iki antik kentin kurtarılması doğrultusunda attığı her adım ise, aleyhimize bir propaganda kurşunu olarak geri dönmektedir.






İNGİLTERE VE ALMANYA'NIN BÖLGEYE ÖZEL AJİTASYON POLİTİKALARI


Bilindiği gibi, Dicle üzerindeki en kapsamlı hidoelektrik barajı olarak yapımı öngörülen Ilısu Barajı, İsviçre'den Sulzer Hydro, İngiltere'den Balfour Beatty, Türkiye'den Nurol firmalarının başını çektiği uluslararası bir konsorsiyuma "yap-işlet-devret" yöntemi ile Refah Partisi iktidarı tarafından verilmiştir. 



2008 Yılında bitirilmesi öngörülen 1200 megavat gücündeki barajın yaklaşık 1.5 milyar dolara maledilmesi sözkonusudur. İnşaatın finansmanını ise ağırlıklı olarak İngiltere ve İsviçre'nin yanısıra, Almanya, ABD, İtalya, İsveç gibi ülkelerin finans kurumlarınca karşılanacaktır. 



Türkiye'nin enerji politikası içinde son derecede önemli yere sahip olan bu barajın yapımını engellemeyi stratejik çıkarları açısından doğru bulan İngiltere, ilk iş olarak konsorsiyumun ikinci büyük firması olan Balfour Beatty'e ihracat kredi güvencesi vermeyerek konsorsiyumdan çekilmesini sağlamıştır. Bununla da yetinmeyen İngiltere, "Kürt uygarlığının yok edilmesine karşı duyarlılık" maskesi altında, sözkonusu baraj yapımının Türkiye üzerinde Demoklesin Kılıcı gibi kullanılması doğrultusunda her fırsatı değerlendirmekten de geri durmamıştır. 



Örneğin, MI5 ile bağlantısı deşifre olmuş milletvekillerinden eski içişleri bakanı Peter Loyd ile İşçi Partisi milletvekili ve İngiliz İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Ann Clwyd, Temmuzun 2000'in ortalarında Türkiye'ye ani bir ziyarette bulunmuşlardır. İki kişilik heyetin gezisinin ilk durağı ise -artık adet olduğu veçhile- Diyarbakır'dır. Gerek bu şehirde ve gerekse Batman'da, Hasankeyf'de izinsiz olarak İnsan Hakları Derneği başta olmak üzere bölücülüklerini gizlemeye gerek duymayan kuruluşların yöneticileri ile görüşen heyet başkanı Ann Clwyd, amaçlarının baraja kredi verip vermeme konusunda İngiliz Hükûmeti'ni bilgilendirmek olduğunu, Suriye ve Irak gibi barajın yapımından etkilenecek ülkelerin durumlarını da inceleyeceklerini açıklamıştır. 



Oysa, bu tarihte İngiliz şirketinin konsorsiyumdan çekildiği, kredinin verilmeyeceği çoktan belli olmuştur. İşin en acı ve en üzücü tarafı da, heyete refakat eden kişinin yani Şule Bucak'ın, Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisi'nin Genel Sekreter Yardımcısı olmasıdır. 



Bölge halkını açıkça provoke eden bu izinsiz ziyaretçilerin pasaportları, prosedüre uygun olarak Batman'da kaldıkları otelden alınarak Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldüğünde, İngiliz kışkırtıcıların haklarını savunmak da maalesef bu refakatçıya kalmıştır.


Acaba diye düşünürsünüz, Kuzey İrlanda'ya bir Türk parlamenter heyeti gitse de - tabii nerede o misilleme cesareti ve nerede o vatanseverlik? - IRA'nın üst düzey yöneticileri, legal kuruluşları ve düz militanları, hatta MI5 kurbanlarının aileleri ile görüşmeler yapması mümkün olabilir miydi? !. 



Elbette ki, uçakta üzerlerine aeresol sıkılmasına tepki gösteremeyenlerin, örneğin Dublin'de başlarına ne geleceklerini tahmin bile edilemez. Diğer taraftan en az onun kadar acısı da, Batman Valisi İsa Parlak'ın, büyük bir sorumsuzlukla, olmayan suçu polislere "işgüzarlık" ithamıyla atarak İngilizlerden özür dilemesidir.. 



Bu olay, İngiltere'nin bölgeye yönelik yüzlerce, binlerce provokasyon girişiminden sadece biri, Zeugma'ya ilişkin olanıdır.


Almanya'ya gelince, bu ülkenin Anadoluya yönelik ağırlıklı istihbarat ve jeofizik araştırmaları yapan iki-üç meslekli (!) arkeologlarının sicilleri, tıpkı İngiliz, Fransız, ABD'li meslekdaşları gibi olumsuz. Aralarında tek-tük bilim adamları var, o da görüntüyü kurtarmak için . Alman arkeologların diğer Batılı arkeolog görünümlü istihbarat servisi ajanlarından en önemli farkı, etnik kışkırtıcılığın yapılmasının ve de GAP'ın sekteye uğratılmasının yanısıra, bu topraklarda dedelerinin izlerini aramakta olmalarıdır. Alman kafatasçı-ırkçı sözde bilim adamlarının teorilerine göre, Truva'dan başlıyarak Güneydoğu Anadolu'ya kadar inen hatta, mezar kazılarında elde edilen kafataslarından, Alman ırkının vaktiyle buralarda yaşadığı iddia edilmektedir (4).



Dünyada belki de en çok casus ve etki ajanının tabiri caizse -at koşturduğu- ülke olan Türkiye'ye gelince, Türk devleti tek kelime ile uyumaktadır. Gündemi istedikleri gibi değiştirme gücüne sahip etki ajanı gazetecilerin, politikacıların, akademisyenlerin ve işadamlarının güdümündeki Türkiye'nin ulusal çıkarlara dayalı politikalar üretmesi ve uygulaması olanaksız hale getirilmiştir. 

Örneğin, arkeoloji alanında acilen alınması gerekli önlemleri içeren bir devlet politikası bulunmamaktadır. Oysa, hükûmetler değişse de değişmesi sözkonusu olmayacak bir arkeoloji politikasının hayata geçirilmesinin zamanı çoktan gelmiştir, hatta geçmektedir (5)


Yarın, Birecik Barajının yanısıra diyelim ki Ilısu Barajı da tüm engellemelere karşın bitirildi. Bu taktirde bu yerli-yabancı ajan arkeologlar, ekip halinde örneğin Fırtına Vadisi'ne gideceklerdir. Burada Pontus sömürüsü ve kışkırtıcılığı yapılırken, arkası kesilmeyecek ve akabinde Yortanlı, Kargamış, Çine, Munzur, Çoruh ve diğer baraj projelerinde boy göstermeye devam edeceklerdir. 



Kısaca, tarihsel miras adına, İkinci Dünya Savaşı'nda Hiroşima, Nagazaki, Varşova, Volvograd gibi yüzlerce şehirdeki tüm tarihsel eserleri, hem de üzerinde yaşayanlarla birlikte yok eden bu ülkeler, bir taraftan Türkiye'ye arkeoloji ve uygarlık dersi verirken; diğer taraftan da ülkemizin enerji gereksinimi için hayati önem taşıyan bu projeleri engellemenin de ötesinde, baraj havzalarında etnik ve dinsel bölücülüğü kışkırtmaktan, Türkiye'yi bu bahanelerle köşeye sıkıştırmaktan geri durmayacaklardır. 



Buna karşılık, özellikle Türk basınındaki etki ajanları, bu provokasyonlara alkış ve de çanak tutarken, sözkonusu ülkelerin -ki hepsi de topyekûn imha silahlarının üreticisi konumundadırlar- şirketlerinin Türkiye'de nükleer enerji santrallerinin yapılmasına ilişkin baskı girişimlerine sessiz kalmaya devam edeceklerdir. Keza, hiç kimse ve hiçbir akademik kuruluş, 20. Yüzyılda cereyan eden tüm savaşlarda, silah üreticisi ülkelerin ürünleri ile dünyada yok edilen -canlılardan vazgeçtik- tüm tarihsel mirasın envanterini çıkarma gibi bir duyarlılık ve de sorumluluk gösterememektedir. 

Bu duyarlılık (!) ve sorumluluk (!) sadece Türkiye için mi sözkonusu edilmektedir?!. 


Tipik bir örnek olmak üzere, topyekûn imha silahlarının yanında en masumu sayılan ve Alman Krauss-Maffei Wegman firmasınca üretilen Leopard 2A5 tanklarının menzil mesafesinde canlı cansız tüm varlıkları yokettiği gerçeği, Türkiye'deki etki ajanlarını hiç mi hiç ilgilendirmemektedir. İnsanlık ve uygarlık havarisi bu ülkelerin ürettikleri silahlar, acaba tarihsel mirasın çevresine çiçek dikmeye mi yaramaktadır?!.




NECİP HABLEMİTOĞLU , 2000 





DİPNOTLAR:


3- Avrupa Basınında yer alan ve Güneydoğu bölgesinden açıkça "Kürdistan" olarak bahsedilen haberlerin temel kaynağı, maalesef sadece HADEP'li yerel politikacılar ya da yerel yöneticiler değil. Tıpkı İstanbul Barosu Başkanı ve yönetimi örneği gibi, farklı partilere mensup yerel yöneticiler de bu tür açıklamalarla yakından ilgili. İşte, hem de Türk Basınında yayınlanmış bir haber ve Türk Devletinin vurdumduymazlığı, ilgili kişiyi hala görevde tutan sorumluların sorumsuzluğu: 



"ILISU BARAJINI İSTEMEYEN BELEDİYE BAŞKANINA SANSÜR: 

İngiltere İşçi Partisi Milletvekili Ann Clwyd ile İçişleri eski Bakanı Peter Loyd'un Hasankeyf Belediyesi'ni ziyaretinde ilginç bir olay yaşandı. İngiliz milletvekilleri, yapılacak olan Ilısu Barajı hakkında görüşmek için DYP'li Hasankeyf Belediye Başkanı Abdulvahap Kusen'i makamında ziyaret etti. Barajın yapılmasına Hasankeyf antik kentini sular altına bırakacağı gerekçesiyle karşı çıkan Kusen, düşüncelerini İngiliz milletvekillerine anlatamadı. Çünkü görüşmeye davetli olmadıkları halde ilçe kaymakamı Ahmet Erdoğdu ile ilçe jandarma komutanı da girdi. Belediye Başkanı Kusen bu görüşmede İngiliz milletvekillerinin soruları karşısında sadece yüzeysel bilgiler verdi. İngiliz milletvekilleri görüşme sonunda, belediye başkanının konuya hâkim olmadığını ve kendilerine yeterli bilgi veremediğini söylediler. Ancak, heyet Hasankeyf'den ayrılıp, Batman'a döndüğünde, Belediye Başkanı Kusen heyeti telefonla arayarak, kendisinin "Kaymakam ve jandarma komutanının yanında düşüncelerini açıklayamadığını" !!! belirterek, barajın yapımına belediye başkanı olarak karşı olduğunu, yöre halkının da bu işi istemediğini belirtti (Hürriyet, 16.7.2000)".


4- Alman jeolog, jeomorfolog ve jeofizikçilerinin ve de istihbaratçılarının arkeolog kimliğinde Osmanlı İmparatorluğu'na ilk geliş tarihi 1889'dur. Bu tarihte İstanbul'a gelen ve daha sonra 1898'de ikinci kez İstanbul'un yanısıra Hayfa, Kudüs, Şam ve Beyrut'u da ziyaret eden Alman İmparatoru II. Wilhelm'in maiyetinde gelen sahte arkeologların faaliyetleri, II. Abdülhamit'in İstihbarat Servisi tarafından da saptanmış; ancak ikili ilişkilerin zedelenmemesi açısından herhangi bir yaptırım uygulanmamıştır. Daha sonra, ajan arkeologlar, Alman Doğu (Orient) Enstitülerinin yanısıra son dönemde de İstanbul'daki Alman Arkeoloji Enstitüsü kadrolarında faaliyet göstermeye başlamışlardır. Almanlardan daha çok etkin olan İngiliz ajan arkeologlarının şüphesiz en ünlüsü, T. Edward Lawrence'dir. Lawrence'in Araplarla dikkat çekmeden ilişki kurmasında, arapçasını ilerletmesinde ve bölgeyi tanımasında arkeolog kimliğinin rolü büyük olmuştur. 


Bugüne kadar Türk topraklarında faaliyet gösteren binlerce ajan arkeolog arasında, özellikle Michael Buch, D. Hogarth, Delbrueck Herzfeld, Gertrude Bell, Manfred Korfmann ve F. Hans Günther başı çekmektedir. 


Maalesef, bu ajan arkeologların bir teki hakkında bile ne Osmanlı döneminde ve ne de Türkiye Cumhuriyeti döneminde tutuklama, soruşturma ya da sınırdışı işlemi yapılmamıştır. Bu dokunulmazlık, ancak, her iki dönemde de devlete egemen etki ajanlarının gücü ile açıklanabilir.


Dünyanın en sapık faşist söylemcileri arasında yer alan Alman ırkbilimcileri, üstün ve saf Alman ırkının, tarihi Aryenlere dayandığını iddia etmektedirler. Onlara göre, dolikisefal kafatasına sahip Aryenlerin, yani Almanların büyük büyük atalarının (!) varlığı, Anadolu'nun bir Alman vatanı olduğunu ispatlamaktadır. 


Bu sapık söyleme ( -ki teori bile denemez- )göre, Hititler de Aryenlerden gelmektedir. "Aryen Nesi"ler Ankara'nın, "Aryen Pala"lar Çorum-Afyon arasının, "Aryen Selukid"ler de Zeugma'nın asıl sahipleridir. İşin ilginç tarafı, Kürtler ve Urartuların devamı (!) Ermenilerin de Aryenlere dayandığını iddia eden Prof.Dr. Jörg Wagner, F. Hans Günther gibi Alman arkeologlar (!), kendilerinin daha farklı olarak Aryenlerin en saf ve asil boyundan geldiklerine inanmaktadırlar. Böylece, Türkiye'deki "47 ayrı etnik halk"ın mevcudiyetini ispatlama gayreti içine giren Almanya, PKK'ya verdiği desteğin meşruluğunu ırk akrabalığı ile sağlama almaktadır. 


Ne var ki, küçük mü küçük bir ayrıntı, dikkatlerden kaçmaktadır: 


Teoriye göre, Aryen ırkı, uzun kafalı, uzun boylu, mavi gözlü ve sarışın bir tipolojiye sahiptir. Simsiyah saçlı, kara gözlü Ermenilerle, benzer tipolojiye sahip Kürtler arasındaki birliktelik, ideal Aryen tipolojisine hiç mi hiç uymamaktadır. Bu tuhaf Alman söylemcilerine göre, Osmanlı Devleti'nin kurucularından Orhan Gazi de Aryen ırkına sahiptir (mavi gözlü, sarışın, uzun kafalı ve uzun boylu) ama ne hikmetse dedesi, babası, kardeşleri ve de çocukları brakisefal kafatasına sahip Türklerdir. 


Bu söylemciler arasında yer alan Manfred Korfmann, bizzat geliştirdiği tezi (!) ile Yunan faşisti arkeologları bile çileden çıkaracak varsayımlarda bulunmaktadır. Ona göre, Truva uygarlığının Helen uygarlığı ile bir ilgisi bulunmamaktadır (ki bu doğrudur) . Çünkü Troya uygarlığı, özgün bir Aryen uygarlığıdır ve buna göre Anadolu, Avrupa'nın ayrılık kabul etmez bir etnik uzantısıdır (tabii ki işgalci (!) Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir parçasıdır). Bu iddialar sonucu, Alman nazilerinin gözünde, Türkiye "arka bahçe" olmaktan çıkmış, büyük Alman evinin bir "zimmer"i olmuştur...



5- Türkiye'nin değişmez bir arkeoloji politikası oluşturulurken, öncelikle ve acilen alınması gerekli önlemler de hayata geçirilmelidir. 





İşte birkaç öneri: 


A) Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma ve MİT bünyesinde birbirleriyle koordineli çalışan "Arkeoloji Şubesi" ihdas edilmelidir. Bu şubeye, mutlaka arkeoloji, antropoloji ve sosyal antropoloji dallarından mezun, yabancı dil bilen uzmanlar istihdam edilmelidir. Arkeoloji Polisi'nin yeralmadığı hiçbir kazıya izin verilmemelidir. Arkeoloji Polisi istemeyen yabancı kazı gruplarına önceden verilmiş izinleri behemahal iptal edilmelidir. Silah taşıma ve kullanma yetkisi olan Arkeoloji Polislerinin sayısı, kazı alanının yer ve büyüklüğünün yanısıra, bölgedeki terör riski ve yerli işbirlikçilerin yaratabileceği tehdit potansiyeli de dikkate alınarak belirlenmelidir.



B) Kazı izinlerinin verilmesinde, yurda girişi yasaklanacak arkeologların saptanmasında, istihbarat kuruluşlarının Arkeoloji Şubeleri'nin onayı mutlaka aranmalıdır. 



C) İstanbul'daki Fransız İstihbarat Örgütü DGSE ile bağlantılı faaliyet sürdüren Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü ile Alman Dış İbtihbarat Örgütü BND ile bağlantılı faaliyet sürdüren merkezi Beyrut'taki "Morgenlaendische Gesellschaft'a bağlı Orient Enstitüsünün İstanbul Şubesi öncelikle kapatılmalıdır. 



D) Fransa'da ya da Almanya'da MEB'na bağlı ilkokullara bile izin vermeyen bu iki devletin itirazları, "Mütekabiliyet (Karşılılık) İlkesi" çerçevesinde bertaraf edilmelidir. Aynı şekilde, Alman Vakıflarının tümünün Türkiye Temsilcilikleri başta Türk solunu ve şeriatçı kesimini kontrol altında tutmakla yükümlü Konrad Adenauer Vakfı olmak üzere acilen kapatılmalıdır.



E) Türk Devletinin en gizli olması gereken makamlarına ve hatta sosyal-dinsel-etnik istihbarat sağlama çerçevesinde köylere kadar inen, Türk NGO'larını yönlendirmeye çalışan Frederich Ebert Vakfı, yerel yönetimlerde işbirlikçi sağlamayı amaçlayan Frederich Naumann Vakfı, etki ajanı konumundaki Türk kuruluşlarını organize edip yönlendiren Heinrich Böll Vakfı, siyasal kürtçülere lojistik destek sağlayan "Alman Bilim ve Politika Vakfı", temsilciliği olmamasına rağmen Almanya sempatizanı etki ajanlarını bulmak ve yetiştirmekle yükümlendirilmiş Robert Bosch Vakfı, Türkiye'deki her türlü etkinliklerine kesinlikle izin verilmemesi (yasaklanması) gerekli olan Alman kuruluşlarının içine dahil edilmelidir. 



F) Mutlaka ve mutlaka sınırdışı edilmesi ve bir daha asla Türkiye'ye giriş yapmalarına izin verilmemesi gereken Alman ajan arkeologları, gazetecileri, sözde vakıf uzmanları ve temsilcileri ile misyonerleri arasına şu isimler dahil edilmelidir: Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü'nün Müdürü Prof.Dr. Paul Dumont ve Enstitü kadrosundaki tüm uzmanlar, başta Dr. Wulf Schönbohm olmak üzere tüm Alman vakıf temsilci ve uzmanları, askeri istihbarat uzmanı general Jörg Schönbohm, Türkiye karşıtı tüm araştırmaların finansmanını sağlayan -ki bu kapsamda CNN muhabiri Kemal Can, Samanyolu TV'den Etyen Mahçupyan, Birikim Dergisi Tanıl Bora, Tansu Çiller'in eski danışmanı Şükrü Karaca, gibi kişilere telif adı altında teşvik bedelleri ödendiği bilinmektedir- ve Alman arkeologlarının Türkiye'deki tüm koordinasyonunu gerçekleştiren Orient Enstitüsü İstanbul Şubesi Müdürü Dr. Günter Seufert, yardımcısı Christopher Kubaseck, Alman Denizaşırı Enstitüsü içinde faaliyet gösteren Alman Doğu Enstitüsü'nün Başkanı Udo Steinbach, Alevi ve Kürt uzmanı Heidi Wedel, gazeteci Horst Bacia, Rainer Hermann, Prof.Dr. Jörg Wagner, Prof.Dr. Manfred Korfmann ve daha yüzlerce Türk düşmanı- ırkçı Alman BND ajanı... Hiç şüphesiz bunların sınırdışı edilip bir daha ülkeye sokulmaması, Türkiye'ye olumsuz müdahale sürecini durdurmaz, sadece geciktirir. 



G) Bu itibarla, Alman istihbaratçıların ve ajan arkeologların geçici olarak gözden kayboldukları Alanya'daki yüzlerce BND "safe-house"unun saptanması ve bağlantılı Alman görevlilerinin de deşifre edilmesi gerekir (halen önemli bir kısmı Alanya'da olmak üzere Akdeniz ve Ege kıyılarında 100.000'e yakın Alman vatandaşı sürekli ikamet etmektedir). 



H) İtalyan arkeologlarının koordinasyonunu üstlenen "Centro di Conservazione Archaeological" grubu ile ABD'li arkeologları temsil eden "Oxford Archaeological Unit" ve de İngiliz arkeologları temsil eden doğrudan MI6, görüntü olarak da "British Council" ile bağlantılı grupların Zeugma, Hasankeyf başta olmak üzere, Doğu ve Güneydoğu Anadolu'daki, Karadeniz ve hatta Orta Anadolu'daki kazı izinleri tümüyle iptal edilmelidir. 



İ) Kazı izinlerinin sadece etnik ve mezhepsel açıdan risk taşımayan bölgelere kaydırılması şarttır. Burada da, Türkçenin yanısıra, kürtçe, lazca, gürcüce gibi yerel dilleri bildiği anlaşılan ve de halkla sıkı ilişkiler içine giren yabancı arkeologların çalışma izinlerinin derhal iptali ile sınırdışı edilmeleri cihetine gidilmelidir. 



J) BND'nin arkeologlarını yetiştirdiği Tübingen Üniversitesi ile Türk Üniversitelerinin Arkeoloji Bölümleri arasında mevcut her türlü ilişki kesinlikle sonlandırılmalıdır. (Troya'yı kazan Korfmann'da Tübingen Üniversitesindendir!.-SB)



K) Zeugma, Hasankeyf, Fırtına Vadisi, Kargamış, Munzur gibi hedef bölgelere giden ajan arkeologlar, gerek mülki yöneticileri ve gerekse kolluk kuvvetleri tarafından derhal tecrit edilerek gereği yapılmalı; tarifeli uçak listelerinin yanısıra, bölgeye sefer yapan ve yabancılar tarafından kiralanan uçak ve helikopterlerin bildirimleri de günlük kontrolden geçirilmelidir. Diyarbakır, Batman, Gaziantep, Trabzon gibi şehirlerimizdeki otel kayıtları da sürekli kontrol altında tutulmalıdır. 



Tüm bu önlemler, yasakçı bir devletin yaptırımları olarak değil; özgür ve bağımsız kalmak isteyen, parçalanmak istemeyen bir ulus-devletin kendini savunma mekanizması içinde ve kontr-espiyonaj (ajanlık) faaliyetleri kapsamında değerlendirilmelidir. 



Ölçüt isteyen ; Türk arkeologlarının Almanya'da, ABD'nde, İngiltere'de, Fransa'da, İtalya'da kazı yapmak istemeleri durumunda önlerine çıkarılacak yasaklar, sınırlamalar ve formalitelerdir. Türkiye, her önüne gelen servis ajanının dilediği yerde, dilediği ekip ve ekipmanla kontrolsüz kazı yapacağı, arada ajitasyon ve espiyonaj faaliyeti yürüteceği bir "yol geçen hanı" konumunda olmamalıdır. Gerçek bilim adamı olan yabancı arkeologlar, hiç şüphesiz bu kapsam dışındadırlar ve de saygıya lâyıktırlar.  Önerdiklerimiz, bu bağlamda demokratik ülkelerde yürürlükteki prosedüre uygundur ve hatta eksiktir...


Kaynak Hablemitoğlu





EK: Schliemann'ın Troya'yı soyması ve Girit'in Türklerden temizlenmesi gerektiğini söyleyen Arthur Evans / belgeseli
















"Bir vatanın sahibi olmanın yolu, o topraklarda yaşanmış tarihi olayları bilmek, doğmuş uygarlıkları tanıma ve sahip olmaktan geçer."















SB.