YUNAN ZULMÜ VE KUVA-YI MİLLİYE |
İtilaf
devletleri, 30 Ekim 1918’de çok ağır koşulları çok ağır olan Mondros
Mütarekesini Osmanlı Hükümeti’ne imzalatmış bulunuyorlardı. Başta İstanbul ve
İzmir olmak üzere ülkenin işgal edilmeye başlanması üzerine, meseleyi siyaseten
çözmeyi tercih eden Osmanlı Hükümeti’nin başarısız kalması karşısında durumu
doğru ve yerinde tespit eden askerî yetkililer, gerekli tedbirleri almakta
gecikmediler Mustafa Kemal Paşanın çok geniş yetkilerle Anadolu’ya
gönderilmesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Büyük Millet Meclisinin
açılmasına kadar devam eden bu büyük mücadelede İstanbul ile Anadolu arasındaki
ilişkiler hiçbir zaman kesilmemiş, aksine artan bir şekilde devam etmiştir.
İşgale Karşı
Mukavemet ve Kuvâ-yı Millîye Hareketinin Doğuşu Mondros
Mütarekesi’nin ihlal edilmeye başlamasından itibaren düzenli ordunun kuruluşuna
kadar geçen devreyi, Kuvâ-yı Millîye dönemi olarak nitelendirmek gerekir.
Kuvâ-yı Millîye adıyla kurulmuş olan güçler, düzenli ordu kuruluncaya kadar çok
önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.
Mütarekesi
sonrası ordular terhis edilmişti. Tümenlerin ve alayların asker sayısı ise
birkaç yüzle ifade ediliyordu. Bunun yanı sıra, mevcut askerî birliklerin
durumu da asker kaçakları nedeniyle daha da azalmıştı. Dolayısıyla Yunanlılar
Batı Anadolu’yu işgale başladıklarında karşılarında 56. 57. ve 61. Tümenlerin
birkaç yüz kişilik zayıf kuvvetlerini bulmuşlardı. Üstelik Padişah,
Yunanlılarla savaş durumunda olmadığını ilan etmiş ve hükümet de gerek askerî
kuvvetlerin, gerekse halkın işgale karşı direnmemesini bildirmişti.
Bütün
olumsuz şartlara rağmen Yunanlılar karşılarında inanılmaz bir direnme ile
karşılaştılar. Zayıf mevcutlu askerî birliklerin komutanları, millî duygularla
vatanlarını savunurken hamiyetli Türk vatandaşları ve onların yanı sıra,
eskiden eşkıyalık yapan bazı efeler, adamlarıyla birlikte bu direnişlere
katıldılar ; hatta bazı yörelerde duruma bile hâ kim oldular. Halkın, askerin,
efelerin oluşturduğu bu direniş hareketinin ortak noktası vatan savunması ve
Türklük duygusu idi. Böylece oluşan bu direniş hareketi Ayvalık’tan Denizli’ye
kadar uzanan geniş bir çizgi üzerinde millî cephenin doğmasına yol açtı.
Bu
millî cepheyi oluşturan kuvvetlere ve bu harekete dar anlamda “Kuvâ -yı
Milliye” dendi. Bu anlamıyla Kuvâ -yı Milliye, silahlı direnişi ifade etmekte
idi.
SİVAS KONGRESİ |
Sivas Kongresi’nde anlamı genişledi ve tüm yurdun savunulması anlamına
geldi.
Teslimiyetçi
bir çizgide yürüyen hükümetin Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey, 22/23 Haziran
1919′da Balıkesir Mutasarrıflığına gönderdiği bir yazıda, işgallerin ne denli
haksız olursa olsun, hakkımızın ancak siyaseten alınabileceğini, karşı koyarak
bu meselenin üstesinden gelinemeyeceğini, açık talimata aykırı hareket
edenlerden hesap sorulacağını bildirdi. Üstelik Harbiye Nazırı’nın da 14 ncü
Kolorduya gönderdiği yazı Dahiliye Nazırı’nın görüşlerini destekler
mahiyetteydi.
Buna rağmen Konya vilayeti ile Karesi ve Kütahya sancaklarında,
daha bazı yerlerde ordu müfettişlerinin emriyle 1311 ve 1316 doğumlular silah
altına çağrılmış ve diğer doğumlulardan da gönüllüler toplanmaya başlanmıştı.
Üstelik bunların sefer masrafları için de halktan yardım toplanıyordu . Bunun
üzerine Dahiliye Nazırı, bütün vilayetlere ve mutasarrıflıklara gönderdiği
şifre genelge ile, hükümetten böyle bir emir verilmediği için, bu tür
hareketleri tertip edenlerin şiddetle cezalandırılacağı uyarısını yapıyordu.
Öyleyse, Dahiliye Nazırı için herşey bitmiştir; karşı koyarak boş yere
insanımızı kırdırmaya gerek yoktur. Paris’te toplanan konferans son ümittir.
Bunun için merkezden emir almadan bu tür hareketlere girişenlere mani olunmalı,
ahali ikaz edilmelidir.
Bütün
bunlara rağmen, Anadolu’da bazı ordu komutanlarınca, hükümetin icraatlarına
ters düşen emirler verildiği de oluyordu. Nitekim, Yunanlılara karşı halkın
gösterdiği direniş karşısında, 2 nci Ordu Müfettişliği, “Ahz-ı asker kalemi
riyaseti” ne yazdığı şifre telgrafta, millî hareketin engellenmemesini, her
suretle takviye ve tanzimi hususunun tüm mülkî ve askerî memurların ve
memleketin ileri gelenlerinin vatanî vazifesi olduğunu bildirmiştir .
Ancak,
karşı tedbirleri, yani hükümetin çete olarak nitelendirdiği Kuvâ-yı Millîye’nin
hemen dağıtılmasını isteyen ve destekleyen İtilaf devletleri idi . Bu
gelişmeler karşısında Heyet-i Temsiliye, tüm hareketini Ferit Paşa Hükümeti
üzerinde toplamaya özen göstermiştir. Hükümetin takip ettiği düşmanca tutum
karşısında Mustafa Kemal Paşa, Dahiliye Nazırı’na çektiği 11 Eylül 1919 tarihli
telgrafında, milletin güvenini kazanmış yeni bir hükümet kuruluncaya kadar,
Türk milletinin İstanbul Hükümeti ile muhabere ve münasebette bulunmayacağını,
ordunun da milletten ayrılmayacağını bildirmiştir .
Bu arada
Harbiye Nezareti Levazımât-ı Umumiye Dairesi, Kuvâ-yı Millîye’nin iaşesinin
temin şekliyle ilgili olarak 4 Kanûn-ı evvel 1919 tarihinde bir talimat
yayınlayarak, teşkilatın iaşesinin bölgelerinde bulunan düzenli birlikler
tarafından temin edileceğini, kumandanlarının da bölgelerinde bulunan Kuvâ-yı
Millîye’nin mevcudunu, iaşe ettikleri insan ve hayvan sayısını, fazladan
beslediği kadrosu, varsa ne yapması gerektiğini bildirmiştir. Ancak şu kaydı da
koyarak, dikkatli olunmasını istemiştir: “Gerek tabelalarda ve gerekse iaşe
cedvel ve makbuzlarında Kuvâ-yı Millîye namı derc edilmeyecek (Kolordunun
kıtaat-ı sairesinden misafirdir.) mahlasıyla idhal ettirilecektir. Kıtaat-ı
Nizamiyeden Kuvâ-yı Millîye iaşesine verilen iaşe mevaddı nazar-ı dikkati celb
etmeyecek derecede te’min ve i’ta eylenecek ve bu husustaki muhaberat ve vesaik
daima tarafımızca mahrem bir surette cereyan ve hıfz ettirilecektir.”Ancak,
Kuvâ-yı Millîye tarafından Gördes “Düyun-ı Umumiye” sandığından makbuz
mukabilinde bir miktar para, erzak ve saire alınması üzerine, Maliye Nezareti
bu türlü müdahalelerin engellenmesi için Harbiye Nezaretince icap edenlere
kesin tebligat yapılmasını istemiştir
Bu arada Ali Rıza Paşa hükümeti Kuvâ-yı Millîye ile eşkiya çetelerini kesinlikle ayırmış, “Kuvâ-yı Millîye” unvanını şahsî menfaatlerinin teminine alet edinen ve buna cüret edenler hakkında kanunî soruşturma başlatmıştır . Nitekim Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Dairesi, Nazilli’de Aydın Mutasarrıf Vekili’ne “Gayet müsta’cel, dakika te’hiri gayr-i caizdir.” kaydıyla gönderdiği şifre telgrafla, Demirci Mehmet Efeye isnad edilen olayların kendisinin “mazhar-ı afv” olmazdan ve harekât-ı milliyeye iştirak etmezden evvelki zamana ait olduğu ve halen kendisinin asayişin muhafazası ve vatanın müdafaası uğrunda çalışmakta bulunduğunu bildirmiştir .
Bu sırada
Yunan işgali de gittikçe genişlemekteydi. Nitekim ilerleyen Yunanlılar
Menemen’i işgal ederek silah ve cephaneyi ele geçirdiler. Bu durumda direnişten
yana olan Genel Kurmay Başkanı Cevat (Çobanlı) Paşa, 22 Mayıs 1919’da Batı
Anadolu birliklerine “ … Devletin Yunanlılara kaptıracak fazla ne bir silah ve
de bir fişengi var. Binâenaleyh bu gibi tehlikelere maruz malzemelerle silah ve
cephane ile toplarımızı hiçbir dağdağaya meydan vermemek üzere güvenli yerlere
nakl ettirmenizi rica ve böylece teslim-i silah gibi zilletlere meydan
bırakılmamasını önemle ilâve eylerim” mealindeki şifre telgrafı gönderdi.
İZMİR'DE YUNAN İŞGALİ |
18 Mayıs 1919’da ise Albay Kâzım (Özalp) Bey, Bandırma’da 61. tümenin subaylarıyla görüştükten sonra, Manisa’ya hareket etti. Yine yol boyunca istasyonlarda millî kuvvetler hazırlanması yönünde konuşma ve görüşmeler yapmaktaydı. Ancak direnişe karşı olan ve böyle örgütlerin kurulmasına karşı çıkan mutasarrıf Hüsnü Bey’in Albay Kâzım Bey’e Manisa’dan ayrılmasını bildirmesi üzerine, 20 Mayıs 1919’da Albay Kâzım Bey, Bandırma’ya gitmek üzere trenle Manisa’dan hareket etti.
Anlaşılan Bekir Sami Bey, Manisa’da askerî kuvvetle birlikte buradaki
silah ve cephaneden de yararlanarak Yunanlılara karşı silahlı direniş
oluşturmak istemekteydi.
Ali Rıza
Paşa Hükümeti döneminde Harbiye Nazırı olan Cemal Paşa ve Genel Kurmay Başkanı
olan Cevat Paşaların Kuvâ -yı Milliye’nin Batı Anadolu’da teşkilatlanmasında
çok büyük hizmetleri vardır. Örneğin o dönemde Bursa’dan Bandırma’ya bir alay
nakledilmiş, yine Anadolu’ya gizlice silah ve cephane yollanmıştır.
Ne var ki,
15 Mayıs 1919′ da kanlı ve vahşiyane bir şekilde başlayan Yunan işgali,
Aydın-Ödemiş-Salihli ve Akhisar istikametinde genişlemeye başlamıştı. “Milne
Planı” her yönüyle açıklığa kavuşmadığından., tereddüt içinde olan Aydın ve
Manisa Rumları Yunanlıların bir an evvel harekete geçerek işgal sahalarını
genişletmelerini, Aydın ve Manisa’yı hemen işgal etmelerini istiyorlardı.
Memleketin birçok köşesi istila edilirken, son Osmanlı hükümdarı Vahdeddin ve
hükümet mutlak bir acz içinde çırpınıyorlardı.
Tevfik Paşa
Hükümetinin istifasından sonra iktidara gelen Damat Ferit Sadrazamlığı
süresinde teslimiyetçi bir politika izlemiştir.
Nitekim Dahiliye Nazırı Ali
Kemal Bey tarafından 22 Haziran 1919’da Balıkesir Mutasarrıflığına gönderilen
şifre telgrafta, verilen emirlere uyulmaması yüzünden başımıza bu felaketlerin
geldiği, ne kadar zalimce olursa olsun işgallere karşı hakkımızı siyaset
yoluyla savunmak zorunda olduğumuzu, tutulan yolun İslam ahaliyi boşuna
kırdırmaktan başka işe yarayamayacağı ve açık talimata muhalif hareket
edenlerden hesap sorulacağı bildiriliyordu .
Ancak,
iktidarın bu tutumu kendisine bir şey kazandırmadığı gibi, aksine Anadolu’da
kurulmakta olan millî teşkilatın, bir devlet disiplini içerisinde meşru hale
gelmesini kolaylaştırarak, hızlandırmıştır. Kuvâ-yı Millîye hareketini bir
şekavet hareketi olarak niteleyen Damat Ferit, İngilizlerin de desteğini
alarak, bu hareketi yok etmek için 18 Nisan 1920 tarihinde Kuvâ-yı İnzibatiye
adıyla bir ordu meydana getirmiştir.
ALBAY BEKİR SAMİ GÜNSAV |
Hükümet
nezdinde yapmış olduğu teşebbüslerden bir sonuç alamayan ve umudunu yitiren
Anadolu insanı kendi kendini korumağa ve vatanını savunmaya karar verdi.
İstanbul Hükümeti ise hala İtilaf devletlerinden anlayış beklemekteydi. Bu
yüzden onları kızdıracak ve tepkilerini çekecek her hareketin karşısındaydı.
İzmir’ deki 17. Kolordu ve valinin işgal karşısındaki tutumu, kolordu birliklerinin,
bilhassa merkezi İzmir’ de bulunan 56. tümenin dağılması, Harbiye Nezareti ve
Erkân-ı Harbiye-i Umumiye başkanlığını düşündürmeye başlamıştı.
Şakir Paşa’nın
istifası ile Harbiye Nezaretine getirilen Şevket Turgut Paşa, Batı Anadolu’ da
gerekli tedbirleri almak ve Yunanlılara karşı mücadelenin ilk temelini atmak
maksadıyla Albay Bekir Sami (Günsav) Bey’ i, 17. Kolordu komutan vekilliğine
tayin etti.
MANİSA’ NIN
İŞGALİ
YUNAN MEZALİMİ-MUSTAFA TURAN |
18 Mayıs
1919′ da Manisa’ ya gelmiş olan miralay Kazım Bey’ e, daha istasyonda iken
millî kuvvetlerin hazırlanmakta olduğuna dair belediye reisleri, kasaba ileri
gelenleri ve aydınlar tarafından bilgi verildi. Mutasarrıf Hüsnü Bey’ in
baskısıyla albay Vasıf Bey’in Manisa’yı terke mecbur bırakıldığını ve
kendisinin millî mukavemete şiddetle karşı olduğunu öğrendi. Mutasarrıf, Kazım
Bey’ in Manisa’ da kalmasını istememesine rağmen, Belediye reisi Bahri Bey, o
gece kendisini evine davet etti. Bazı kişilerin de hazır bulunduğu toplantıda,
Ödemiş efeleriyle irtibat kurulması, Manisa’ da bulunan silah ve cephanenin
gerilere nakli ve mukavemet teşkilatının kurulması konuları görüşüldü.
Yunanlılara karşı esaslı bir surette karşı koyabilecek kuvvetlerin
oluşturulması lüzumuna inanan halk, küçük millî kıtalar meydana getirmeye
başlamıştı. Bu sırada albay Bekir Sami Bey, İstanbul’ dan Bandırma’ ya
gelmişti. Bekir Sami Bey’ in Anadolu’ ya geçmek için acele etmesinin sebebi,
Yunan işgallerinin çok hızlı ve kısa sürede İzmir dışına yayılmasıydı. En
önemli görevi bir an evvel dağılan orduyu toparlamak ve Manisa’daki silah
deposunun Yunanlıların eline geçmesini önlemekti.
Yunanlıların
İzmir’den sonra Urla, Çeşme, Torbalı ve Menemen’ i işgal etmeleri üzerine,
Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat (Çobanlı) Paşa, 22 Mayıs 1919 tarihinde
ilgili makamlarına bir şifre emir gönderdi. Bu şifre emirde, “Yunanlıların
Menemen’ i işgallerinde, orada mevcut bulunan mitralyöz ve cephaneyi mukavemet
edilmeden teslim aldıkları esefle bildiriliyordu. Buna göre devletin
Yunanlılara kaptıracak fazla ne bir silahı ve ne de bir fişeği vardı. Öyleyse
bu gibi tehlikelere maruz malzeme, silah ve cephane emin yerlere
naklettirilmeli ve silah teslimi gibi zilletlere meydan verilmemesi
isteniyordu. Memleketin içerilerine doğru hayasızca ve merhametsizce yapılan bu
işgal, elbette bir gün durdurulacak ve bunun için de silaha sarılınacaktı. Bunu
çok önceden takdir edenler, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, o sırada
Harbiye Nazın olan Şevket Turgut Paşa ve Erkân-ı Harbiye-i Umumîye Reisi olan
Cevat Paşa’ dır. Gerçekten verilen bu emirler çok cesurcaydı. Çünkü Mondros
Mütarekesi gereğince silahların müttefiklere teslimi gerekiyordu.
Halbuki bu
işi uygulamaya memur olan en yetkili bir makam, mütarekenin bu hükmünü hiçe
sayarak silahların teslim edilmemesini emrediyordu. Bununla beraber üç gün
sonra işgal edilen Manisa’da bu emir uygulanamamıştır. Bilindiği üzere Albay
Kazım Bey de, Bekir Sami Bey’le beraber teşkil edilecek millî kuvvetlerin
kumandasını üzerine almak için beraberce Akhisar’a gitmişlerdi.
Kaza
kaymakamının ve halkın ileri gelenlerinin iştirakiyle bir toplantı yapıldı.
Tehlikeye karşı alınacak tedbirler görüşüldü. Bu faaliyetin Yunan işgaline
engel olmak için yapıldığını gören Rumlar, halkı propaganda ile kandırmaya veya
istasyonda bulunan Fransız müfrezesinden istifade ile tehdit ederek, mukavemet
fikrinden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Neticede yapılan görüşmeler sonunda
toplanabilen kuvvetlerle birlikte Manisa’ ya gitmeye ve orada Yunanlılara karşı
müdafaa tertibatı almaya karar verildi. Ancak Akhisar’ dan hareketle 25 Mayıs’
ta Belen Köyü’ ne vardıklarında, Yunanlılar’ ın Manisa’ yı işgal etmiş
oldukları haberi geldi. Bu durum karşısında Albay Kazım Bey tekrar Bandırma’
ya, Bekir Sami Bey de Salihli’ ye gitmiştir.
1918
Kasımı’nda “İhtilas-ı Vatan Cemiyeti” ni kurmuş ve sonra “İzmir Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti” ne katılmış bulunan Manisalılar işgalden aylar önce etkili olmaya
çalışmışlardır. Nitekim, İzmir’ de çıkan “Anadolu gazetesi” 23 Ocak 1919
tarihli nüshasında İzmir’ in, Yunanlılar tarafından işgal edileceğini yazması üzerine,
Manisalılar, Ayan başkanlığına ve Sadaret makamına çekmiş oldukları
telgraflarla durum hakkında bilgi isteyerek, hükümetten kesin teminat
istediler.
23 Ocak 1919 tarihini taşıyan ve Millî Mücadele tarihimiz açısından
önemli bir belge olan bu telgrafın sadeleştirilmiş metni aşağıdadır:
Mahreci :
Manisa nr. 777 Aceledir. Tarih:
23/1/1919
Sadaret
Makamına
İzmir’ de
çıkan Anadolu gazetesinin 23 Ocak 1919 tarih ve 2186 numaralı nüshasında
vilayetimizin Yunanistan’ a verildiği ve Yunan askeri geldiği zaman bütün
çukurların Müslüman cesetleriyle doldurulması ve bir Türk katl eden kimsenin
bütün günahlarının afv olunacağı tarzında, yanında bir Yunan subayı olduğu
halde bir papaz tarafından kilisede beyan edilmiştir. Bu ilhak keyfiyeti, söz
konusu subay tarafından doğrulandığı gibi, İzmir Metropolitinin de İzmir
kiliselerinde aynı şekilde nutuklarda bulunduğu görülmüştür. İzmir’ în diğer
gazeteleri de, aynı tarihli nüshalarında bu mealde neşriyatta bulunmuşlardır.
Bilahare
İtilaf Devletlerinin teşebbüsleri, daha önce ilan edilmiş olan mütareke
şartlarına asla uymamaktadır. Osmanlı başkentinde Padişaha ait saraylara bile
el konulması ve Yunan askerlerinin Trakya’ dan itîbaren İstanbul içerilerine
kadar işgal mahiyetinde istila etmeleri, durumun vahametine kuvvetli bir
delildir. Hükümetin şimdiye kadar söz konusu neşriyatı yalanlamaması, bu
bölgedeki İslam nüfus üzerinde fevkalade bir heyecanın oluşmasına sebep
olmuştur. Müslümanlar, düşmanın kötülüklerine maruz kalmamak için, şimdiden ırz
ve namuslarının muhafazası kaygısına düşmüşlerdir. Aslı ve nesli Türk ırkına
mensup ve bir buçuk milyona yakın ahaliden ancak % 10′ u gayr-i Müslim olan
Aydın vilayetinin Yunanistan’ a terk ve teslimi öyle suhuletle mümkün bir hal
ve mesele değildir. Biz de meşru haklarımızın korunması hususunda her ne
yapılması mümkünse, o yönde teşebbüste kat’ iyyen müsamaha etmeyeceğiz. Şu
dakikada bütün ahali saltanat merkezinden verilecek cevabı beklemektedirler.
Vilayetimizin kurtuluşundan kabinemizin ümitli olmadığı ve bizlere kesin teminat
veremediği takdirde, memleketi uğrayacağı vahim akibetten kurtarmak veya
başımızın çaresine bakmak üzere diğer vasıtalara müracaat mecburiyetinde
kalacağımızı önemle arz eder ve telgraf başında acîl cevap bekleriz.
Manisa
Müftüsü (Âlim) Belediye Reisi (Bahri) Müdafaa-i Millîye Reisi (Kamîl)
Donanma
Reisi (İbrahim) Ticaret Odası Reisi (Süleyman)
Tehlikeli
bir şekilde gelişmekte olan durumu çok iyi tespit eden Manisalılar, bu
telgraflarına bir cevap alamayınca, Aydın vilayetinin kolayca Yunanistan’a
bırakılamayacağını ve vatan müdafaası için her çareye başvuracaklarını
bildirdiler.
YUNANLILARIN
ÇEKİLME HAREKÂTI ESNASINDA BATI ANADOLU’DA YAPMIŞ OLDUKLARI VAHŞET VE ZULÜMLER
Trakya,
Marmara, Ege ve iç Anadolu’da izlemiş olduğumuz Yunan vahşet ve cinayetleri
hemen her yerde aynı tarz ve sistemde plânlı ve Yunan üst makamlarınca verilen
emirlere uygun olarak yapılmıştır.
Başından
beri izlenilen Yunan vahşet ve zulümlerin bir analizi yapıldığında bütün işgal
bölgelerinde işlenen vahşet, zulüm ve cinayetleri dört başlık altında
toplayabiliriz.
1. Gasp ve
yağma
2. Irz,
namus ve mukaddesata taarruz
3. Yakma ve
yıkma
4- İşkence
ve katliam
Dine,
Mukaddesata ve Din Adamlarına Yapılan Saldırılar
Yunanlılar
özellikle Ramazan-ı Şerif esnasında bir çok yerlerde ahali teravih namazları
kılarken baskın yapmışlar, namaz kılmalarını engellemişlerdir. Bayram namazı
esnasında evlerde silah aramak bahanesiyle, namaz kılmalarını engellediler.
Bazı yerlerde camileri ahır, süprüntü mahalli olarak tahsis ettiler. Buna
benzer daha bir çok hakaret ve tecavüzlerde bulundular.
Gasp, Yağma
ve Hırsızlık
Yunan
birlikleri işgal ettikleri bir yerde ilkönce halkın elinde bulunan ulaşım
araçlarını ve hayvanlarını gasp ediyorlardı. Bundan sonra evleri basıp, kendi
işlerine yarayacak halı, kilim, ziynet eşyası gibi bazı şeyleri halkın elinden
zorla alıyorlardı. Karşı koyanlar en ağır şekilde işkence ediliyor, bir çoğu da
öldürülüyordu. Mağaza ve dükkanlarda Yunan baskınından nasibini alıyordu.
Buralardaki değerli eşyaları aldıktan sonra ulaşım araçlarına yükleyip
götürüyorlardı. Halkın aç kalacağını düşünmeden ellerindeki bütün yiyecek
maddelerini, zahirelerini ve hayvanlarını alıyorlardı. Bundan sonra işlerine
yaramayacak olanları, yakıp yıkarak kullanılmaz hale getiriyorlardı.
Yangınlar
Yunanlılar
işgal ettikleri yerde ilkönce halka işkence yapıyorlardı. Daha sonra zorla
mallarını, yoksul halkın yıllarca biriktirdiklerini alıyorlardı. Yapılan vahşet
ve işkencelerin, soygun ve tecavüz safhası geçtikten sonra yapacakları tek bir
şey kalıyordu. O da evi, köyü kent ve kasabayı “bize yaramadı, Türklere
yaramasın “düşüncesiyle ateşe vermekti. Nitekim bu düşünce ile gerek Anadolu’da
gerekse Trakya’da bir çok ev, işyeri hatta bütün köy yakılmıştır.
YUNAN ZULMÜ- EGE BÖLGESİ |
YUNAN İŞGAL
VE ZULMÜNÜN MEYDANA GETİRDİĞİ GÖÇLER
Paris Barış
Konferansında müttefiklerin Yunanlılar lehinde davranmaları sonucunda İzmir ve
Çevresiyle birlikte Doğu Trakya’nın Yunanlılar tarafından işgal edilmesi
kararlaştırılmıştı. Bu işgaller ve zulümler sırasında kurtulabilen halk,
kendilerini daha emniyetli yerlere atmaya çalışıyorlardı. Hatta bazı yerlerde
daha Yunanlılar işgal etmeden köyleri boşaltmak mecburiyetinde kalıyorlardı.
Edirne’nin işgalinden önce hududa yakın köyler boşaltıldı. Yunan zulüm ve
tecavüzünden bir an evvel kurtulmak maksadıyla, Bulgar topraklarına doğru
harekete geçtiler. Bunlar arasında 1. Kolordunun ordu döküntüleri de yer
alıyordu. Göçmen kafileleri ve askerlerin sayısı 10-15 bin kişi kadardı . İşgal
ettikten sonra Yunan zulmüne tahammül edemeyen Müslüman halkın büyük bir
çoğunluğu çareyi kaçmakta buluyordu. Yunanlıların da zaten amaçları buydu.
Çünkü bu sayede bölgede Türk nüfus azalacak yerine Rum göçmenleri iskan
edilecekti.
Yunanlılar’ın
yaptıkları zulümden bıkan halkın arasında uzaklara gidemeyip de, yakınlara
sığınmak mecburiyetinde olanlarda vardı. Bu zavallıların büyük bir kısmı daha
köyleri Yunan işgaline uğramadan, dağlara ve ormanlara doğru kaçtılar. Bu
dağlarda soğuk ve açlıkla karşı karşıya geldikleri halde, bu duruma Yunan
zulmüne yeğleyerek köylerine dönmüyorlardı.
MANİSA VE
ÇEVRESİNDE YUNAN VAHŞET VE ZULÜMLERİ
Yunan işgal
bölgesi genişledikçe Türk halkı üzerindeki zulüm, vahşet ve katliamlar da
gittikçe şiddetlenerek artıyordu. Nitekim 15 Mayıs 1919 ve 9 Eylül 1922
tarihleri arasında kısa veya uzun vadede Yunan kontrolünde bulunan il, ilçe,
kasaba ve köyler, bu feci olaylarda muhakkak nasibini alıyordu. Toplu katliam
yapmak, misli görülmemiş şekilde insan öldürmek veya işkence çektirmek henüz
çocuk yaştaki kızlara ya da eli bastonlu ihtiyar kadınlara tecavüz etmek,
camileri, evleri, iş yerlerini, tarlaları yağmaladıktan sonra yakmak,
hayvanları telef etmek, Yunan askerlerinin ve yerli Rumların yaptıklarının
maalesef sadece ana başlıklarıydı.
Yunanlılar
Tarafından Harabeye Çevrilen Manisa Şehri
Turgutlu’da
incelemelerde bulunan aynı tahkik heyetinin Manisa’da da yapmış olduğu tahkik,
gördükleri vahşet ve zulümlerle Manisa yangınına ait olmak üzere düzenlemiş
oldukları raporda şu olaylar anlatılıyordu:
Manisa
şehrinde de her yerde olduğu gibi daha evvel hazırlanmış olan plân gereğince
Yunan Merkez Komutanı Yagorci ile Kurmay başkanının emir ve idaresi altında
olmak üzere hareketle yangın, göğüsleri kırmızı işaretli ve başları siyah
kalpaklı yangın postaları tarafından başlatılmıştır.
Şehir ateşe
verilmeden 3 gün evvel Rum ve Ermeniler göç etmeye başlamış, hatta Musevilerin
bile son gün göç etmelerine izin verildiği halde, Müslüman halkın şehri terk
etmelerine engel olunmuştur. Yangın 6 Eylül akşamı ilk olarak kışlada çıkmış
sonra çarşıya benzin dökülüp bombalar atılarak yakılmaya başlamış ve bu esnada
hemen yangını söndürmeye gelen halka Yunan askerleri tarafından ateş açılarak
halkın bir kısmı katledilmiştir. Yangın az zamanda birçok yerlerden çıktığı
için halk elbise ve eşyalarından hiçbir şey kurtaramamıştır.
Kadın,
erkek, çoluk, çocuk yarı çıplak ve perişan bir halde dağlara, ovalara dağılan
biçareler yollarda Yunan çeteleri tarafından soyulduktan sonra birçoğu da
katledilmiştir. Bununla beraber çok sayıda kadın, ihtiyar ve çocuk şehirden
dışarı çıkamadıkları için alevler içinde yanarak yok olmuşlardır. Gerek
yangından evvel soygun yapılırken, gerek yangın esnasında Müslüman halk
dağılırken çok feci olaylar meydana gelmiştir.
Ajans
telgrafıyla tespit edilemeyen pek çok olay mevcuttur. Bunların tespitini tahkik
heyeti sonraya bırakmış olmakla beraber biz Manisa ve yörelerinde Yunanlıların
yapmış oldukları vahşet ve cinayetlerden bazılarını burada görelim. Şehirde
itibar sahibi olan Pamukçu oğlu Mehmet Efendi 8 kişilik aile efradı ile
birlikte kesilmek suretiyle şehit edilmiştir. Debbağ (Deri işleyen) Hacı Ahmet
Efendi’nin evinde karnından çocuğu çıkarılmak suretiyle parça parça edilen bir
hamile kadının cesedi bulunmuştur.
Birkaç gün
evvel Manisa’nın Titik köyüne gelen Yunanlılar halk teravi namazında iken
camiye gelerek Mahmut ve Konyalı Ahmet Ağaları kendi adlarıyla çağırıp
bulduktan sonra alıp hep beraber bu kişilerin evlerine gitmişlerdir. Evlerinde
işlerine yarayan ne buldularsa aldıktan sonra bu iki kişiyi tekrar camiye
getirip burada bütün cemaatin içinde kafalarına birer kurşun sıkarak
öldürdükten sonra savuşup gitmişlerdir. Bunun üzerine halk ilgili Yunan
makamlarına şikâyette bulunmuşsa da hiçbir sonuç alamamışlar, hatta cenazeler
günlerce ortada kalıp kokuşmuştur. Ayrıca, Yazılı köyüne giden Yunan askerleri
halktan rastgele 5 kişiyi soyduktan sonra tavuk boğazlar gibi hepsinin de
başlarını kesmek suretiyle öldürmüşlerdir.
“Manisa’da
10.700 ev, 13 cami, 2728 dükkan, 19 han, 16 bağ kulesi, 3 fabrika, 5 çiftlik
binası 1740 köy evi ateşe verilerek yakılmıştır. 3.500 kişi ateşte yakılarak,
855 kişi de kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Manisa’nın içinde 300’den fazla
İslam kızına tecavüz edilmiş ve bunların bir çoğu alınıp götürülmüştür. Manisa
yangınının zarar ve ziyanı 50.000.000 lirayı (1921 yılındaki para değerine
göre) geçmektedir. Ayrıca Rumlar, Manisa’da İslam halkın dini ve milli
duygularını tahrik ve tahkir etmişlerdir.
Makalenin
devamına bakıldığında, yukarıda Manisa için anlatılan feci olayların çevre
ilçelerde de aynen tekrar edildiği anlaşılmaktadır. 6.000 haneli Turgutlu’da
5800 evin tamamen yakıldığı ve 1200 civarında insanın katledildiği beyan
edilirken ateşe verilen Alaşehir’de ise 4000 evden sadece 100 tanesi sağlam
kaldığı ve yangından canını kurtarmak isteyenlerin kokak başlarındaki Yunan
askerlerine hedef olduğu anlatılmaktadır. Alaşehir’deki yangında 3000 dükkan,
10 cami, 20 mescit tamamen yanarken, şehirden istasyona götürülen 300 kişilik
kadın kafilesi Yunan makinalı tüfeklerinin ateşi altında kalmış ve çoğu
ölmüştür.
Salihli,
Akhisar, Gördes, Bergama, Menemen, Kınık gibi ilçeler ve bunlara bağlı köyler
de Turgutlu ve Alaşehir gibi Yunan barbarlığına sahne olmuşlardır. Binlerce ev,
işyeri, cami, mescit, okul ve istasyon yıkılmış yüzlerce insan insanlık dışı
işkencelere maruz kalmış ve bir çoğu da öldürülmüştür.
Akhisar ve
havalisinin Yunanlılarca işgal edilmesinin ardından Müslümanların her an bir
sebeple dövülüp işkenceye maruz kaldığı, kadınlara tecavüz edilip öldürüldüğü,
şikayette bulunanların dövülüp tehdit edildiği, merkez ve köylerde
yağmalanmadık ev ve dükkânın kalmadığı, halkın camilere gönderilmediği ve
camilerin içine pislenip tahrip edildiği, halı ve kilimlerinin çalındığı,
baskına uğrayan köylerden Kızıllar, Süleymanlı, Milinge, Çoban Hasan ve Tikenli
köylerinin yağmalanıp halkının katledildiği, kurtulabilenlerin çevre köylere
iltica ettiği, Hasköy’ün de yağmalanıp halkına işkence edildiği, pek çok
insanın kaybolduğu, Gördes ve Kayacık’ın yakıldığı vesair hakkında Akhisar ve
Gördes havalisi imam ve muhtarları tarafından şikâyetname gönderildiğinden
katliâm yapılan bu yerlerde inceleme yapmak üzere bir tahkik heyetinin
görevlendirilmesi istirhamı.24 Haziran 1921
Temmuz 1919
başında Akhisar’da çiftlikte bulunan Halit Paşa ve beş arkadaşı Yunan askerleri
ve yerli Rumlar tarafından vücutları ikiye ayrılıp, kulak ve burunları
kesilmek, gözleri oyulmak suretiyle katledildiler. Bununla yetinmeyen
Yunanlılar, çiftliği yağmalayıp yakarak, Gediz çayı civarındaki köylerden onbeş
kadını da tarafından öldürülerek nehre attılar.
1920 Eylülü
başında Yunan işgal kuvvetleri, Demirci’ye girdikten sonra soyulmadık dükkân ve
mağaza, kapısı kırılarak girilmedik ev bırakmamışlardı. Para, mücevherat ve işe
yarayan ne varsa gasb ettiler ; kadın ve kızlara ailelerinin gözü önünde
tecavüz ettiler. Demirci’ye bağlı Viran ve Küçükoba köylerinde yirmi iki Türkü
keyif için süngü ve kurşunla katl ederek, Serçeler, Akdere, Hocalar, Bozköy
köylerini tamamen tahrip edip yaktılar. Borlu nahiyesi Müslüman halkını göç
ettirip eşyalarını yağmaladılar ; dükkânlarına Hıristiyanları yerleştirdiler.
MİLLİ
ORDUNUN ZAFERLERİ VE KAÇAN YUNANLILARIN VAHŞETİ
9-10 Ocak
1921 tarihinde Birinci İnönü muharebesini kazanarak kendini ispatlayan bu ordu
Türk halkının kendine olan güvenini arttırdığı gibi Mustafa Kemal tarafından
Ankara’da kurulmuş olan hükümetin prestijini de arttırmıştı. Bu muharebenin
hemen ardından 26 Mart’ta başlayan Yunan taarruzu bu kez Ankara ile birlikte
tüm yurda daha büyük moral kazandıran 31 Mart-1Nisan 1921 tarihli ikinci İnönü
zaferiyle neticelenmişti. Bu ikinci hezimetten sonra Yunan askerleri geri
çekilmeye başlamıştı.
İkinci İnönü
muharebesinden sonra geri çekilen Yunan kuvvetleri daha sonra ileri harekata
geçerek, 13 Temmuzda Afyon-Karahisar 17 Temmuz’da Kütahya, 19 Temmuz’da
Eskişehir’i almışlar ve Türk ordusunun taktik gereği geri çekilmesi sonucu
Sakarya Nehrine kadar gelmişlerdi. Fevzi Paşa Yunan ilerleyişi hakkında,
“Düşmanın Anadolu içlerine uzanmak isteyen kolları mezarlarına yaklaşıyor; bu
yeni sefer düşmanın ölüm yolculuğudur” diyordu. Burada yapılan Sakarya Savaşı
Yunanlılar için hezimetten çok öteydi. Megali İdea hayaliyle Anadolu’ya
saldırarak önüne gelen her şeyi yakıp yıkan, birlerce Türk’ü katleden, on
binlercesine zulmeden Hemen vahşilerine Sakarya Nehri adeta kement olmuştu.
Yunanlılara
son darbe 30 Ağustos 1922’de Başkumandanlık Meydan Muharebesinde vurularak
ordularının önemli bir kısmı imha edilmiştir. Canını kurtarabilen Yunan
askerleri ise bütün teçhizatını cephede bırakarak panik halinde kaçmaya
başlamışlardı. Ne var ki cephedeki hezimetin acısını cephe gerisindeki
savunmasız Türk halkından çıkaran Yunanlılar kaçarken, yolları üstündeki tüm
köy, kasaba ve şehirleri taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacak biçimde
yakmış, yıkmış, harabeye çevirmiştir.
4500 haneli
Alaşehir’de 4 Eylülde, 15 ayrı yerde aynı anda yangın çıkararak ilçeyi tamamen
yakmışlardır. Yunanlılar ve yerli Rumlar yangın sırasında 600 kişiyi de
katlettiler.
O tarihte yayınlanan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Ruşen Eşref
Bey Alaşehir yangınını anlatırken, şöyle diyordu:
“Yerli Rum
ve Ermeniler de bunlarla (Yunanlılar) beraberdi. Evlerden dışarı çıkanları
kurşun yağmuruna tutuyorlardı. Alaşehir’de, kapıdan dışarı kurşun kapıdan içeri
de alev halinde görülen iki ölüm ortasında çıldırmış çaresiz halk, evlerinde
odaların içinde duvarları delerek kız ve kadınları evden eve kaçırıyorlardı.
Alaşehir
Alaşehir
ilçesi Yunanlılar tarafından baştan başa yakılmış, halkı kısmen öldürülmüş,
kadınlara tecavüz edilmiş, yapılan zulüm ve tahribat tespit edilememiştir.
Alaşehir’den itibaren Manisa, Salihli, Turgutlu ve bu bölgedeki köyler de
yakılmış, vahşet, zulüm ve cinayetler aynı yöntemlerle yapılmıştır. Boz köy
kamilen yanmış, köyün görkemli camii de bu arada tahrip edilmiştir. Köyde
Kayapınarlı bir kişi kurşunla öldürülmüştür. Köye ait tekmil erzak ve hayvanlar
zorla alınarak götürülmüştür .
Salihli’de
Yunanlıların çok sayıda Türk idareci ve memuru tutuklayarak Atina’ya gönderdikleri,
Eskişehir ve Afyonkarahisar savaşını takiben Müslüman halka yaptıkları
baskıları arttırarak şiddete dönüştürdükleri, savaş vergisi adı altında
hayvanları topladıkları, tenha yerlerde Müslümanları soyup şikayetçi olanları
ise dövdükleri, camileri tahrip ettikleri ve posta hizmetlerinde Osmanlı pulu
taşıyan mektupları kabul ve tevzi etmedikleri, Osmanlı jandarmasının
silahlarını toplayıp köyleri gezmelerine engel oldukları, Poyrazköy’de evlerden
eşya, para ve ziynetleri yağmaladıkları, Gördes ve Kayacık’ı yağmalayıp
yaktıkları, Demirci ve Gördes’ten gelen çeteler yüzünden daima askerî harekât
mecburiyeti olduğundan Salihli’de yeterli ölçüde vergi tahsilatı yapılamadığı
ve Hazinece nakdî yardımda bulunulması gerektiği. (26 Haziran 1921)
Salihli’de
yaşanan Yunan vahşeti ise Salihli Polis Müdürlüğünün tutanağında şöyle
anlatılıyordu:
“… Şehir
ateşe verilmeden evvel bilumum İslam evlerine girilmiş genç ve bekar kızlarla
kadınların iffet ve namuslarına hunharca tecavüz edilmiştir. O gün ve gecesi
ilçe merkezinde 213 kadının namusu kirletilmiş, 50 erkek şehit edilmiş 300
kadar kadın ve erkek öldürülmek kastıyla yaralanmıştır. (4 Eylül 1922) Daha
sonra Salı günü saat dokuzda şehir ateşe verilmişti. Zamanında kaçamayıp bir
taraftan düşman mermilerine hedef olan erkek ve kadın miktarı kaçabilenlerin
adedine göre çoğunluğu teşkil ediyordu”
Ahmetli’de
bulunan Yunan kuvvetleri Salihli’ye bağlı köylere saldırıp akla gelmedik
zulümde bulundular. Kestelli, Kendirlik, Yaraşlı, Dibekdere köylerinde
harmanları yaktılar. Ahmetli’de Müslüman halka uygulanan zulmün çekilemez
dereceye varmıştı. Yunanlılar, ev ve dükkânları soyuyor; bağlara, para ve
mücevher dahil her türden eşyaya ve hayvana el koyuyorlardı. Kadın ve kızlara
tecavüz edilip, başlarındaki örtüleri alınıp, zorla alarak dans
ettiriliyorlardı. Üstelik, mezâlimden dolayı halk göçe başlayınca, ekili mahsul
ortada kalmış ve kıtlık tehlikesi baş göstermişti .
Bu şekilde
yüzlerce yerleşim yerini yakıp yıkıp harabeye çevirerek, binlerce insanın
canına kıyarak denize doğru kaçan Yunan askerleri ve yerli Rumlar birbirlerini
çiğneyerek gemilere binmeye çalışıyorlardı. 15 Mayıs 1919’da Megali İdea
hayaliyle gemilerden inen askerler ve onları coşkuyla karşılayan yerli Rumlar
şimdi o gemilere binmek için birbirlerini çiğniyorlardı.
Yunan
kuvvetleri Manisa’yı işgallerinin ardından yerli ve başıbozuk Rumlarla birlikte
hareket ederek Manisa-Akhisar demiryolu güzergâhında bulunan Hacı Rahmanlı ve
Kapaklı köyleri de dahil diğer bütün köylerde Müslüman nüfusunu katlediyordu.
Bağ ve bahçelerinde çalışırken tutuklanan yüzlerce Müslüman İzmir üzerinden
Atina’ya gönderilmişti. Mısır’da esirken İngilizlerce serbest bırakılan yüz
altmış kadar Müslüman, Manisa’da Yunanlılar tarafından tekrar esir edilmiş,
ağır şartlarda çalıştırılan bu esirler gıdasızlık ve işkence yüzünden
hayatlarını kaybetmişlerdi .
Manisa’ya
bağlı Kasaba (Turgutlu), Ahmedli, Salihli ve Alaşehir’i işgal eden Yunanlılar,
silah aramak bahanesiyle girdikleri yerlerde halkı döverek işkence
yapıyorlardı. Kuvâ-yı Milliyeye destek verenleri, Ankara Hükümeti lehinde
propaganda yapmak suçlamasıyla tutuklayıp camsız ve soğuk kışlalarda haps
ediyorlardı. Üstelik “geçmişte Osmanlı Hükümeti’ne şimdi ise Kuvâ-yı Milliye ve
Mustafa Kemal Paşa’nın zalimane idarelerine artık tahammül edemeyip Yunan
Hükümeti’ni istediklerine dair” bir belgeyi imzalamaları konusunda halkın ileri
gelenleri, müftü, belediye reisleri ve muhtarları zorluyorlardı .
G ö r d e s
Gördes’teki
Müslümanların ellerindeki bütün silahları, av tüfeği ve ekmek bıçağına varıncaya
kadar toplayıp götüren Yunanlılar, tamamı yüz kişiyi bulmayan Rumları eşyaları
ile birlikte Akhisar ve Salihli’ye sevk ettikten sonra Müslümanlara, Kuvâ-yı
Milliye ile ilişkilerini kesmedikleri takdirde memleketlerini yakacaklarını
söylediler. Bir müddet sonra da altı bin nüfuslu Gördes kasabasını top atmak ve
kundaklamak suretiyle tamamen yaktılar. Yangın Bu sırada şehirden çıkamayan
birçok yaşlı, kadın ve çocuk da yanarak ölmüştü. Kasabadaki evlerin tüm eşyası
Yunanlılar tarafından gasp edilmiş, Akhisar civar köylerinde yaşayan
Hıristiyanların arabalarıyla bu eşyalar götürülmüştü. Gördes kasabasıyla
Kayacık köyünde 60 kadar kadın ve kızın namusuna tecavüz edilmişti.
Geri çekilme
sırasında yakıp yıkılan yakılan Gördes’te yalnız 27 evle ilçe dışında bulunan
jandarma binası ve halka ait olan bağlarla birkaç ufak kule yangından
kurtulabilmişti. Bu felâketten sonra Demirci’ye 1500 muhacir sığınmış, 500 ü
daha sonra geri dönmüştü. 1000 kadar nüfus da o tarihte köy olan Demirci’ye
yerleştirilmişti .
Yunan askerlerinin
Anadolu topraklarına ayak basması tüm yurtta şiddetli tepkilere yol açmıştır.
Vatanın her yanından padişaha, hükümete, amiral Golthorpe’a ve İtilaf
devletleri temsilcilerine protestolar yağdırılmıştır. Medeni geçinen Batı’nın
insanlık, adalet ve hakkaniyet duygularına hitaplarda bulunulmuştur. Yunan
işgali Türk Milletinin daha da kaynaşmasına vesile olurken işgalin İzmir’den
sonra Aydın, Manisa ve Balıkesir bölgelerine doğru yayılması tepkilerinde
şiddetini arttırmıştır. Anadolu’nun her tarafından düzenlenen mitinglerde
binlerce Türk Yunanistan’a ve diğer itilaf devletlerine lanetler yağdırmıştır.
Hükümetin ve padişahın teslimiyetçi tutumlarını da protesto etmişlerdir.
İZMİR'DE YUNAN ZULMÜ |
SONUÇ
Damat Ferit
hükümetleri, ülkenin bağımsızlığı için teslimiyetçi politikalar izlemiş, bunun
dışındaki hükümetler açık veya gizli olarak Kuvâ-yı Millîye’yi desteklemekten
çekinmemişlerdir. Mütareke hükümetlerinin herşeye rağmen işgale kayıtsız
kalmadıkları, hatta zaman zaman karşı koydukları görülmektedir. Bilhassa
Harbiye Nezareti ve Meclis-i Vükelada görev alan vatanseverlerin bir devlet
adamı ciddiyeti içinde işgalcilerin keyfî davranışlarına şiddetle karşı
koydukları görülmektedir. Salih Paşanın sadareti sırasında gelişen hadiseler,
işgallere karşı direniş ve alınan kararlar; Millî Mücadele’yi haklı olduğu
davada meşru zeminlere oturtmuştur.
Yunanlıların
asıl amacı, bir hayal ürünü olan “Megali Idea” hedeflerine ulaşmaktı. Bunun
için Anadolu’nun Ege kıyılarını ele geçirerek hem bölgenin emniyeti ve hem de
soykırımı girişimleriyle Türk halkının imhası ve kalanların da Doğu Anadolu’ya
sürülmesiyle orta Anadolu’ya kadar uzanan Türk topraklarını ele geçirerek
vatanın bu bölümünde Yunan egemenliğini sürdürmekti.
Bu hayali
emellerini gerçekleştirmek için yalnız istilâlarla yetinmeyip tek vücut olan
Türk halkını da etnik gruplara ayırarak, vatanı içerden de parçalamaktı. Bu
düşünceyle aynı bayrak altında, aynı gaye uğruna vatanın bölünmez bütünlüğü
için canını feda etmekten kaçınmayan Anadolu halkı arasında bir ayrıcalık
yaratarak Türk halkını parçalayıp, zayıflatmak gibi politik eylemlere de
başvurmuşlardı.
15 Mayıs
1919′da Anadolu’nun Ege kıyılarını istilâ edip, iç Anadolu’ya kadar her çeşit
vahşet, zulüm ve politik entrikalara baş vurmalarına rağmen ele geçirmiş
oldukları Türk topraklarından 26 Ağustos 1922 günü başlatılan Büyük Taarruzumuz
karşısında bozgun halinde kaçmaya başladılar. Yunan ordusu kaçarken arkalarında
yakılıp yıkılmış yüzlerce köy, kent ve kasabalarla, bu toprakların sahibi olan
kadın, erkek yaşlı ve çocuk olmak üzere onbinlerce şehitin sayısız mezarlarını
bıraktılar. Kovalamayı kesintisiz olarak sürdüren Türk ordusunun önünde 9 Eylül
1922 günü Ege’nin mavi berrak sularını kirleterek yurdumuzu terk ettiler.
Sakarya’dan batıya doğru başlattıkları yangınlar İzmir’i de yaktıktan sonra
söndürülebildi. Yunanlılar gerilerinde kapkara hazin bir tablo bıraktılar.
Yunanlılar,
gerek Anadolu’da gerekse Trakya’da Müslüman Türk ahaliye karşı yaptıkları
zulümleri ve akla hayale gelmeyen korkunç işkenceleri tarih şimdiye kadar hiç kaydetmemiştir.
İşgal ettikleri yerlerde Müslüman halka akıllarına gelen en kötü işkenceleri
yapmışlar, adeta işkence çeşidi üretmede birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Bu
işkenceleri yapmak şöyle dursun, görmek ve hatta işitmek en vahşi insanın bile
tüylerini ürpertecek derecede korkunçtur. Yunanlılar işgal ettikleri her yerde
halkın mallarını gasp ve yağma ettikleri gibi, sahiplerini de kendilerinin icat
ettiği işkencelerle öldürüyorlardı.
Yunanlılar
üç sene kadar kaldıkları Anadolu’da şu andaki değeriyle katrilyonlara varan
maddi zararda bulundular. Lozan Anlaşmasıyla tek bir kuruş bile tazminat
ödemediler. Mukaddesatımıza ve ırzımıza yaptıkları tecavüzler, her zaman
kalbimizde kanayan bir yara olarak kalacaktır. İnsanlık dışı zulüm ve
işkencelerle katliamlar konusunda, kendilerine savunma hakkı kazandırabilecek
tek noktacık bile yoktur.(*) Bu, artık onların o dönemdeki müttefiklerince de
kesin gerçekler olarak kabul görmektedir.
Buna rağmen
aradan geçen yaklaşık yüz yıllık bir zaman sonrasında Yunanistan’ın, bütün
olayları tersine çevirerek Türklerin kendilerini soykırıma uğrattıklarını
ortaya atmaları, teessüflerle karşılanacak bir siyasi skandaldir. Bu durum
karşısında akla düşen soru şu olsa gerektir:
Süleyman
Nazif’in şu sözlerini unutmak mümkün müdür : “Irkına, vatanına, tarihine ihanet
etmiş olan efrad ve akvamın hiç birini unutma Türk oğlu!…Unutma!…Ve affetme.”
—
Bu tebliğ 30-31 Ekim 2003 (Celal Bayar
Üniversitesi-Manisa) tarihlerinde gerçekleştirilen “Millî Mücadele’de Alaşehir
Kongresi ve İç Ege Bölgesi Sempozyumu” nda sunulmuştur.
(*) Türk ve
Türkiye düşmanlığını her fırsatta dile getiren Yunanistan, yine her zamanki
gibi tarihi gerçekleri saptırarak Türkiye aleyhine yeni bir karar aldı. Karara
göre, 14 Eylül, Türkiye’nin Anadolu’daki Yunanlılar’a uyguladığı soykırımı anma
günü ilan edildi. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile varılan karar gereğince, 14
Eylül’de Yunanistan resmi daire ve okullarında Türkiye’nin Anadolu’da,
Yunanlılar’a uyguladığı soykırımı anma ve matem günü olarak kutlanacak. Karar
Cumhurbaşkanlığı’nın onayından çıkarak İçişleri Bakanlığı’na gönderildi.
Kararın bu yıldan itibaren yürürlüğe girmesi bekleniyor. İçişleri Bakan
Yardımcısı Liapis Cunis, 14 Eylül’lerde her ilin bayraklarla donatılacağını,
tüm resmi dairelerin ışıklandırılacağını, ayrıca tüm Yunan okullarında
öğrencilere soykırım ile ilgili geniş bilgiler verileceğini belirtti.
Batı
Anadolu’da 1922 yılında yaşanan trajedinin “soykırım” olarak
nitelendirilemeyeceğini vurgulayan Prof. İraklidis, “Felaket bir savaştan sonra
oldu ki, bu savaşta saldıran ülke Yunanistan’dı. İzmir’e büyük güçlerin
temsilcisi olarak çıkan Yunan ordusu, Türk toplumuna hoşgörü örneği olacağına,
yüzlerce savunmasız insanı öldürmüş, köyleri yakmış ve çirkin hareketlerde
bulunmuştu” diye konuşuyordu.
Atina
mahreçli Şubat 2001tarihli bir haberde, Yunanistan Hükümetinin geçtiğimiz
günlerde gündeme getirip, daha sonra da içindeki bazı ifadeleri değiştirerek
yasalaştırmaya çalıştıkları “ Anadolu’daki sözde Yunan Soykırımı” kanununa
Yunan kamuoyundan gelen tepkiler artmaya başladı.
Yunanlı psikolog Dr. Georgios
Nakracas’ın geçenlerde yazdığı ve elektronik posta ile dünyanın bir çok önemli
merkezine gönderdiği mektup Atina’da ortalığı karıştırdı.
Nakracas
“…Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi metninin imzalanma amacının 15 Eylül’ün tarihi
bir gün olarak yasallaştırılmaya çalışılması olayına rağmen , ben bir doktor ve
bir ruh bilimci olarak , kendimi bu metni hazırlayanların tarihi bilinçten
yoksun semptomları olan ve klinik vaka kişileri olduğunu belirtmek zorunda
hissediyorum…” ifadeleri ile böyle bir yasa tasarısını hazırlayanların ruh
hastası olmaları gerektiğini vurgulayarak, Anadolu’da 1919-22 yılları arasında
yaşanan olayların asıl sorumlusunun Yunanistan olduğunu açıkça ifade ediyordu.
Nakracas
mektubunda, Yunanlı tarihçilerin eserlerine atıfta bulunarak Yunanlıların
Osmanlı İmparatorluğu döneminde hiçbir zaman Batı Anadolu’da nüfus çoğunluğuna
sahip olmadıkları gibi , yasa tasarısında belirtildiği gibi bu bölgede
1.500.000 Yunanlının değil en fazla 450-500 Bin Ortodoks’un yaşadığını, bunun
da bölge nüfusunun % 30’una tekabül ettiğini belirterek, bu kişilerin Yunanlı
bile olmadıklarını daha sonraları Rum olarak nitelendirilen Romalılar
olduklarını vurgulamaktadır. Nakracas konu ile ilgili olarak mektubunda şu
ifadelere yer vermektedir. “Üç Parlamento temsilcisinin böylesi faşizan öneri –
metni Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ya da Osmanlı İmparatorluğu döneminde
Yunanca konuşan Küçük Asyalıların ulusal bilinci konusu ile ilgili bilinçli ya
da bilinçsiz bir tarih bilgisi eksikliğini yansıtmaktadır.”
Yunan
ordusunun Anadolu’yu işgal girişimlerinin Anadolu’da yaşayan Rumlar tarafından
desteklendiğini, Kurtuluş mücadelesi veren Türklere karşı Yunan ordusu saflarında
mücadele ettiklerini, Türklerin zafere doğru ilerledikleri dönemde bu kişilerin
ülkeden kaçtıklarını vurgulamaktadır.
Söz konusu
kararname metninde , Küçük Asya Yunanlılarının özellikle 1922’deki dramatik
olaydan sonra yurtlarını terk etmeye zorlandıkları iddiasına yer verildiğini ve
bunun da gerçekleri yansıtmadığını vurgulayan Nakracas, Selanik Makedon
Bilimleri Enstitüsünün yaptığı bir çalışmaya atıf yaparak , zorunlu nüfus
mübadelesi konusunda ısrar eden tarafın Türk Hükümeti değil Eleftherios Venizelos
olduğunu, Türk hükümetinin zorunlu mübadeleye karşı olması nedeniyle , Yunan
Hükümet çevrelerinde Kuzey Yunanistan’da bulunan 500.000 Türkü şiddet yolu ile
Türk kıyılarına taşıma düşüncesinin hakim olduğunu belirterek, Avrupalılar
üzerinde oldukça olumsuz etki bırakacağından ötürü bu düşünceden vazgeçildiğini
sonuç olarak Türk hükümetinin , Yunan tarafının zorunlu nüfus mübadelesi
önerisini kabul etmek zorunda kaldığının altını da çizmektedir. (INAF Haber
Bülteni, 1 Mart 2001)
Yunanlıların
Anadolu’nun Ege kıyılarını işgal ettikten sonra ileri harekâta devam ederek ele
geçirmiş oldukları Trakya ve Anadolu’nun iç kesimlerinde yaşayan silâhsız ve
savunmasız Türk halkına karşı yapmış oldukları vahşet ve zulümler dünya zulüm
tarihine belgelerle geçmiştir. Olayların gelişmesi anında önceden tasarlanmış
olarak yapılan vahşet ve cinayetlerin şekil ve yapılış sistemlerinden
anlaşılmıştır ki, Yunanlıların amaçları, ele geçirmiş oldukları Türk
topraklarında tek bir Müslüman kalmayacak şekilde katlederek soy kırımı
gerçekleştirmiş olmaktı.
Yunanlıların
soykırım amaçlı girişimlerinde İtilâf Devletlerinin de katkıları olduğunu göz
ardı edemeyiz. Nitekim soykırım olayını benimsemeyen İngiliz Times Gazetesi’nin
sahibi olan Lord Northclip (Northschlip)’in gazetesinde yayınladığı şu
beyanatı, bu konudaki gerçekleri doğrulamaktadır.
“İngiltere
Müslüman kelimesinin hakikî manasını anlamıyor. Fakat en büyük vazifesi ve
menfaati bu kelimenin manasını anlamasıdır. Şurası iyice bilinmelidir ki,
Yunan’a Anadolu’da Müslüman öldürmek için para verirsek Mısır’da, Hindistan’da
ve bütün dünyadaki Müslümanlar ayaklanacaklardır. Bakanlarımızdan istirham
ederim. Bize karşı koyacak 250 milyonluk Müslüman kitlesini gözlerinin önüne
getirsinler.”
Yunan
kuvvetleri “Megali İdea” düşlerine uyarak soykırım amacını gerçekleştirebilmek
için Sivrihisar, Haymana ve Polatlı yörelerine kadar ilerlediler. Ancak, 13
Eylül 1921 günü Sakarya Savaşı’nı hiç ummadıkları bir sonuçla kaybedip
çekilmeye başladıkları andan itibaren de soykırım rüyasından uyandılar.
Yunanlıların
Müslüman soykırım aşkı beyinlerine o derece yerleşmişti ki, İznik Başpiskoposu
Vasilyos “Katliam az oldu. Ben bütün Türklerin kesilmesini isterim” demekten
kendini alıkoyamıyordu.
İZMİR'İN KURTULUŞU |
K A Y N A K
Ç A
I. BELGELER
1-
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Nezareti, Kalem-i Mahsus Müdüriyeti
(DH-KMS)
2-
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Bâbıâli Evrak Odası, Harbiye Giden (B.E.O. İHB)
3-
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Nezareti, Şifre Kalemi (DH-ŞFR)
4-
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Hariciye Nezareti, Siyasi (HR-SYS)
5-
Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dosya Usulü İrade Tasnifi (DUİT)
II.GAZETELER
Akşam, 121
Takvîm-i
Vekayi, 1920
III. ESER VE
MAKALELER
1- “Arşiv
Belgelerine Göre Balkanlar’da ve Anadolu’da Yunan Mezalimi II,” Başbakanlık
Devler Arşivleri Gen. Müd., Osmanlı Arşivi Daire Başk., Yay., Ankara 1996
2- Atatürk;
Nutuk, Kültür Bakanlığı Yayınları, c. I, İstanbul 1975.
3- Ayışığı,
Metin “Milli Mücadelede Manisa”, Manisa Dergisi, Yıl:1994, Sayı: 1
4-
Bıyıklıoğlu, Tevfik ; Trakya’da Milli Mücadele, T.T.K.Yay., Ankara 1992
Gökbilgin,
Tayyib;
Milli
Mücadele Başlarken, c. I.-II ,Ankara 1959
Helmreich,
Paul C.
Sevr
Entrikaları, Sabah Yay., (Çev. Şerif Erol), İstanbul 1996
7- (INAF
Haber Bülteni, 1 Mart 2001)
8-
Özalp,Kâzım ; Millî Mücadele, C. II, T.T.K. Basımevi, Ankara 1985
9- Yalazan,
Talat Türkiye’de Yunan Vahşet ve Soy Kırımı Girişimi, I,II, Genel Kurmay ATASE
Başkanlığı Yay., Ankara 1994
GERÇEKLERİ DÜNYAYA DUYURACAĞIZ
SB
***