Translate

15 Haziran 2012 Cuma

MANİSA VE ÇEVRESİNDE YUNAN ZULMÜ VE KUVA-YI MİLLİYE



YUNAN ZULMÜ VE KUVA-YI MİLLİYE
 

İtilaf devletleri, 30 Ekim 1918’de çok ağır koşulları çok ağır olan Mondros Mütarekesini Osmanlı Hükümeti’ne imzalatmış bulunuyorlardı. Başta İstanbul ve İzmir olmak üzere ülkenin işgal edilmeye başlanması üzerine, meseleyi siyaseten çözmeyi tercih eden Osmanlı Hükümeti’nin başarısız kalması karşısında durumu doğru ve yerinde tespit eden askerî yetkililer, gerekli tedbirleri almakta gecikmediler Mustafa Kemal Paşanın çok geniş yetkilerle Anadolu’ya gönderilmesi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ile Büyük Millet Meclisinin açılmasına kadar devam eden bu büyük mücadelede İstanbul ile Anadolu arasındaki ilişkiler hiçbir zaman kesilmemiş, aksine artan bir şekilde devam etmiştir.

İşgale Karşı Mukavemet ve Kuvâ-yı Millîye Hareketinin Doğuşu Mondros Mütarekesi’nin ihlal edilmeye başlamasından itibaren düzenli ordunun kuruluşuna kadar geçen devreyi, Kuvâ-yı Millîye dönemi olarak nitelendirmek gerekir. Kuvâ-yı Millîye adıyla kurulmuş olan güçler, düzenli ordu kuruluncaya kadar çok önemli faaliyetlerde bulunmuşlardır.

Mütarekesi sonrası ordular terhis edilmişti. Tümenlerin ve alayların asker sayısı ise birkaç yüzle ifade ediliyordu. Bunun yanı sıra, mevcut askerî birliklerin durumu da asker kaçakları nedeniyle daha da azalmıştı. Dolayısıyla Yunanlılar Batı Anadolu’yu işgale başladıklarında karşılarında 56. 57. ve 61. Tümenlerin birkaç yüz kişilik zayıf kuvvetlerini bulmuşlardı. Üstelik Padişah, Yunanlılarla savaş durumunda olmadığını ilan etmiş ve hükümet de gerek askerî kuvvetlerin, gerekse halkın işgale karşı direnmemesini bildirmişti. 

Bütün olumsuz şartlara rağmen Yunanlılar karşılarında inanılmaz bir direnme ile karşılaştılar. Zayıf mevcutlu askerî birliklerin komutanları, millî duygularla vatanlarını savunurken hamiyetli Türk vatandaşları ve onların yanı sıra, eskiden eşkıyalık yapan bazı efeler, adamlarıyla birlikte bu direnişlere katıldılar ; hatta bazı yörelerde duruma bile hâ kim oldular. Halkın, askerin, efelerin oluşturduğu bu direniş hareketinin ortak noktası vatan savunması ve Türklük duygusu idi. Böylece oluşan bu direniş hareketi Ayvalık’tan Denizli’ye kadar uzanan geniş bir çizgi üzerinde millî cephenin doğmasına yol açtı. 

Bu millî cepheyi oluşturan kuvvetlere ve bu harekete dar anlamda “Kuvâ -yı Milliye” dendi. Bu anlamıyla Kuvâ -yı Milliye, silahlı direnişi ifade etmekte idi. 


SİVAS KONGRESİ

Sivas Kongresi’nde anlamı genişledi ve tüm yurdun savunulması anlamına geldi.
Teslimiyetçi bir çizgide yürüyen hükümetin Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey, 22/23 Haziran 1919′da Balıkesir Mutasarrıflığına gönderdiği bir yazıda, işgallerin ne denli haksız olursa olsun, hakkımızın ancak siyaseten alınabileceğini, karşı koyarak bu meselenin üstesinden gelinemeyeceğini, açık talimata aykırı hareket edenlerden hesap sorulacağını bildirdi. Üstelik Harbiye Nazırı’nın da 14 ncü Kolorduya gönderdiği yazı Dahiliye Nazırı’nın görüşlerini destekler mahiyetteydi. 

Buna rağmen Konya vilayeti ile Karesi ve Kütahya sancaklarında, daha bazı yerlerde ordu müfettişlerinin emriyle 1311 ve 1316 doğumlular silah altına çağrılmış ve diğer doğumlulardan da gönüllüler toplanmaya başlanmıştı. Üstelik bunların sefer masrafları için de halktan yardım toplanıyordu . Bunun üzerine Dahiliye Nazırı, bütün vilayetlere ve mutasarrıflıklara gönderdiği şifre genelge ile, hükümetten böyle bir emir verilmediği için, bu tür hareketleri tertip edenlerin şiddetle cezalandırılacağı uyarısını yapıyordu. Öyleyse, Dahiliye Nazırı için herşey bitmiştir; karşı koyarak boş yere insanımızı kırdırmaya gerek yoktur. Paris’te toplanan konferans son ümittir. Bunun için merkezden emir almadan bu tür hareketlere girişenlere mani olunmalı, ahali ikaz edilmelidir.
Bütün bunlara rağmen, Anadolu’da bazı ordu komutanlarınca, hükümetin icraatlarına ters düşen emirler verildiği de oluyordu. Nitekim, Yunanlılara karşı halkın gösterdiği direniş karşısında, 2 nci Ordu Müfettişliği, “Ahz-ı asker kalemi riyaseti” ne yazdığı şifre telgrafta, millî hareketin engellenmemesini, her suretle takviye ve tanzimi hususunun tüm mülkî ve askerî memurların ve memleketin ileri gelenlerinin vatanî vazifesi olduğunu bildirmiştir . 

Ancak, karşı tedbirleri, yani hükümetin çete olarak nitelendirdiği Kuvâ-yı Millîye’nin hemen dağıtılmasını isteyen ve destekleyen İtilaf devletleri idi . Bu gelişmeler karşısında Heyet-i Temsiliye, tüm hareketini Ferit Paşa Hükümeti üzerinde toplamaya özen göstermiştir. Hükümetin takip ettiği düşmanca tutum karşısında Mustafa Kemal Paşa, Dahiliye Nazırı’na çektiği 11 Eylül 1919 tarihli telgrafında, milletin güvenini kazanmış yeni bir hükümet kuruluncaya kadar, Türk milletinin İstanbul Hükümeti ile muhabere ve münasebette bulunmayacağını, ordunun da milletten ayrılmayacağını bildirmiştir .
Bu arada Harbiye Nezareti Levazımât-ı Umumiye Dairesi, Kuvâ-yı Millîye’nin iaşesinin temin şekliyle ilgili olarak 4 Kanûn-ı evvel 1919 tarihinde bir talimat yayınlayarak, teşkilatın iaşesinin bölgelerinde bulunan düzenli birlikler tarafından temin edileceğini, kumandanlarının da bölgelerinde bulunan Kuvâ-yı Millîye’nin mevcudunu, iaşe ettikleri insan ve hayvan sayısını, fazladan beslediği kadrosu, varsa ne yapması gerektiğini bildirmiştir. Ancak şu kaydı da koyarak, dikkatli olunmasını istemiştir: “Gerek tabelalarda ve gerekse iaşe cedvel ve makbuzlarında Kuvâ-yı Millîye namı derc edilmeyecek (Kolordunun kıtaat-ı sairesinden misafirdir.) mahlasıyla idhal ettirilecektir. Kıtaat-ı Nizamiyeden Kuvâ-yı Millîye iaşesine verilen iaşe mevaddı nazar-ı dikkati celb etmeyecek derecede te’min ve i’ta eylenecek ve bu husustaki muhaberat ve vesaik daima tarafımızca mahrem bir surette cereyan ve hıfz ettirilecektir.”Ancak, Kuvâ-yı Millîye tarafından Gördes “Düyun-ı Umumiye” sandığından makbuz mukabilinde bir miktar para, erzak ve saire alınması üzerine, Maliye Nezareti bu türlü müdahalelerin engellenmesi için Harbiye Nezaretince icap edenlere kesin tebligat yapılmasını istemiştir 




Bu arada Ali Rıza Paşa hükümeti Kuvâ-yı Millîye ile eşkiya çetelerini kesinlikle ayırmış, “Kuvâ-yı Millîye” unvanını şahsî menfaatlerinin teminine alet edinen ve buna cüret edenler hakkında kanunî soruşturma başlatmıştır . Nitekim Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Dairesi, Nazilli’de Aydın Mutasarrıf Vekili’ne “Gayet müsta’cel, dakika te’hiri gayr-i caizdir.” kaydıyla gönderdiği şifre telgrafla, Demirci Mehmet Efeye isnad edilen olayların kendisinin “mazhar-ı afv” olmazdan ve harekât-ı milliyeye iştirak etmezden evvelki zamana ait olduğu ve halen kendisinin asayişin muhafazası ve vatanın müdafaası uğrunda çalışmakta bulunduğunu bildirmiştir .

Bu sırada Yunan işgali de gittikçe genişlemekteydi. Nitekim ilerleyen Yunanlılar Menemen’i işgal ederek silah ve cephaneyi ele geçirdiler. Bu durumda direnişten yana olan Genel Kurmay Başkanı Cevat (Çobanlı) Paşa, 22 Mayıs 1919’da Batı Anadolu birliklerine “ … Devletin Yunanlılara kaptıracak fazla ne bir silah ve de bir fişengi var. Binâenaleyh bu gibi tehlikelere maruz malzemelerle silah ve cephane ile toplarımızı hiçbir dağdağaya meydan vermemek üzere güvenli yerlere nakl ettirmenizi rica ve böylece teslim-i silah gibi zilletlere meydan bırakılmamasını önemle ilâve eylerim” mealindeki şifre telgrafı gönderdi.


İZMİR'DE YUNAN İŞGALİ


18 Mayıs 1919’da ise Albay Kâzım (Özalp) Bey, Bandırma’da 61. tümenin subaylarıyla görüştükten sonra, Manisa’ya hareket etti. Yine yol boyunca istasyonlarda millî kuvvetler hazırlanması yönünde konuşma ve görüşmeler yapmaktaydı. Ancak direnişe karşı olan ve böyle örgütlerin kurulmasına karşı çıkan mutasarrıf Hüsnü Bey’in Albay Kâzım Bey’e Manisa’dan ayrılmasını bildirmesi üzerine, 20 Mayıs 1919’da Albay Kâzım Bey, Bandırma’ya gitmek üzere trenle Manisa’dan hareket etti. 

Anlaşılan Bekir Sami Bey, Manisa’da askerî kuvvetle birlikte buradaki silah ve cephaneden de yararlanarak Yunanlılara karşı silahlı direniş oluşturmak istemekteydi.
Ali Rıza Paşa Hükümeti döneminde Harbiye Nazırı olan Cemal Paşa ve Genel Kurmay Başkanı olan Cevat Paşaların Kuvâ -yı Milliye’nin Batı Anadolu’da teşkilatlanmasında çok büyük hizmetleri vardır. Örneğin o dönemde Bursa’dan Bandırma’ya bir alay nakledilmiş, yine Anadolu’ya gizlice silah ve cephane yollanmıştır.

Ne var ki, 15 Mayıs 1919′ da kanlı ve vahşiyane bir şekilde başlayan Yunan işgali, Aydın-Ödemiş-Salihli ve Akhisar istikametinde genişlemeye başlamıştı. “Milne Planı” her yönüyle açıklığa kavuşmadığından., tereddüt içinde olan Aydın ve Manisa Rumları Yunanlıların bir an evvel harekete geçerek işgal sahalarını genişletmelerini, Aydın ve Manisa’yı hemen işgal etmelerini istiyorlardı. Memleketin birçok köşesi istila edilirken, son Osmanlı hükümdarı Vahdeddin ve hükümet mutlak bir acz içinde çırpınıyorlardı.
Tevfik Paşa Hükümetinin istifasından sonra iktidara gelen Damat Ferit Sadrazamlığı süresinde teslimiyetçi bir politika izlemiştir. 

Nitekim Dahiliye Nazırı Ali Kemal Bey tarafından 22 Haziran 1919’da Balıkesir Mutasarrıflığına gönderilen şifre telgrafta, verilen emirlere uyulmaması yüzünden başımıza bu felaketlerin geldiği, ne kadar zalimce olursa olsun işgallere karşı hakkımızı siyaset yoluyla savunmak zorunda olduğumuzu, tutulan yolun İslam ahaliyi boşuna kırdırmaktan başka işe yarayamayacağı ve açık talimata muhalif hareket edenlerden hesap sorulacağı bildiriliyordu .


Ancak, iktidarın bu tutumu kendisine bir şey kazandırmadığı gibi, aksine Anadolu’da kurulmakta olan millî teşkilatın, bir devlet disiplini içerisinde meşru hale gelmesini kolaylaştırarak, hızlandırmıştır. Kuvâ-yı Millîye hareketini bir şekavet hareketi olarak niteleyen Damat Ferit, İngilizlerin de desteğini alarak, bu hareketi yok etmek için 18 Nisan 1920 tarihinde Kuvâ-yı İnzibatiye adıyla bir ordu meydana getirmiştir.


ALBAY BEKİR SAMİ GÜNSAV
Hükümet nezdinde yapmış olduğu teşebbüslerden bir sonuç alamayan ve umudunu yitiren Anadolu insanı kendi kendini korumağa ve vatanını savunmaya karar verdi. İstanbul Hükümeti ise hala İtilaf devletlerinden anlayış beklemekteydi. Bu yüzden onları kızdıracak ve tepkilerini çekecek her hareketin karşısındaydı. İzmir’ deki 17. Kolordu ve valinin işgal karşısındaki tutumu, kolordu birliklerinin, bilhassa merkezi İzmir’ de bulunan 56. tümenin dağılması, Harbiye Nezareti ve Erkân-ı Harbiye-i Umumiye başkanlığını düşündürmeye başlamıştı. 
Şakir Paşa’nın istifası ile Harbiye Nezaretine getirilen Şevket Turgut Paşa, Batı Anadolu’ da gerekli tedbirleri almak ve Yunanlılara karşı mücadelenin ilk temelini atmak maksadıyla Albay Bekir Sami (Günsav) Bey’ i, 17. Kolordu komutan vekilliğine tayin etti.



MANİSA’ NIN İŞGALİ

YUNAN MEZALİMİ-MUSTAFA TURAN
18 Mayıs 1919′ da Manisa’ ya gelmiş olan miralay Kazım Bey’ e, daha istasyonda iken millî kuvvetlerin hazırlanmakta olduğuna dair belediye reisleri, kasaba ileri gelenleri ve aydınlar tarafından bilgi verildi. Mutasarrıf Hüsnü Bey’ in baskısıyla albay Vasıf Bey’in Manisa’yı terke mecbur bırakıldığını ve kendisinin millî mukavemete şiddetle karşı olduğunu öğrendi. Mutasarrıf, Kazım Bey’ in Manisa’ da kalmasını istememesine rağmen, Belediye reisi Bahri Bey, o gece kendisini evine davet etti. Bazı kişilerin de hazır bulunduğu toplantıda, Ödemiş efeleriyle irtibat kurulması, Manisa’ da bulunan silah ve cephanenin gerilere nakli ve mukavemet teşkilatının kurulması konuları görüşüldü. Yunanlılara karşı esaslı bir surette karşı koyabilecek kuvvetlerin oluşturulması lüzumuna inanan halk, küçük millî kıtalar meydana getirmeye başlamıştı. Bu sırada albay Bekir Sami Bey, İstanbul’ dan Bandırma’ ya gelmişti. Bekir Sami Bey’ in Anadolu’ ya geçmek için acele etmesinin sebebi, Yunan işgallerinin çok hızlı ve kısa sürede İzmir dışına yayılmasıydı. En önemli görevi bir an evvel dağılan orduyu toparlamak ve Manisa’daki silah deposunun Yunanlıların eline geçmesini önlemekti.

Yunanlıların İzmir’den sonra Urla, Çeşme, Torbalı ve Menemen’ i işgal etmeleri üzerine, Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Cevat (Çobanlı) Paşa, 22 Mayıs 1919 tarihinde ilgili makamlarına bir şifre emir gönderdi. Bu şifre emirde, “Yunanlıların Menemen’ i işgallerinde, orada mevcut bulunan mitralyöz ve cephaneyi mukavemet edilmeden teslim aldıkları esefle bildiriliyordu. Buna göre devletin Yunanlılara kaptıracak fazla ne bir silahı ve ne de bir fişeği vardı. Öyleyse bu gibi tehlikelere maruz malzeme, silah ve cephane emin yerlere naklettirilmeli ve silah teslimi gibi zilletlere meydan verilmemesi isteniyordu. Memleketin içerilerine doğru hayasızca ve merhametsizce yapılan bu işgal, elbette bir gün durdurulacak ve bunun için de silaha sarılınacaktı. Bunu çok önceden takdir edenler, başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere, o sırada Harbiye Nazın olan Şevket Turgut Paşa ve Erkân-ı Harbiye-i Umumîye Reisi olan Cevat Paşa’ dır. Gerçekten verilen bu emirler çok cesurcaydı. Çünkü Mondros Mütarekesi gereğince silahların müttefiklere teslimi gerekiyordu. 

Halbuki bu işi uygulamaya memur olan en yetkili bir makam, mütarekenin bu hükmünü hiçe sayarak silahların teslim edilmemesini emrediyordu. Bununla beraber üç gün sonra işgal edilen Manisa’da bu emir uygulanamamıştır. Bilindiği üzere Albay Kazım Bey de, Bekir Sami Bey’le beraber teşkil edilecek millî kuvvetlerin kumandasını üzerine almak için beraberce Akhisar’a gitmişlerdi.

Kaza kaymakamının ve halkın ileri gelenlerinin iştirakiyle bir toplantı yapıldı. Tehlikeye karşı alınacak tedbirler görüşüldü. Bu faaliyetin Yunan işgaline engel olmak için yapıldığını gören Rumlar, halkı propaganda ile kandırmaya veya istasyonda bulunan Fransız müfrezesinden istifade ile tehdit ederek, mukavemet fikrinden vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Neticede yapılan görüşmeler sonunda toplanabilen kuvvetlerle birlikte Manisa’ ya gitmeye ve orada Yunanlılara karşı müdafaa tertibatı almaya karar verildi. Ancak Akhisar’ dan hareketle 25 Mayıs’ ta Belen Köyü’ ne vardıklarında, Yunanlılar’ ın Manisa’ yı işgal etmiş oldukları haberi geldi. Bu durum karşısında Albay Kazım Bey tekrar Bandırma’ ya, Bekir Sami Bey de Salihli’ ye gitmiştir.

1918 Kasımı’nda “İhtilas-ı Vatan Cemiyeti” ni kurmuş ve sonra “İzmir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti” ne katılmış bulunan Manisalılar işgalden aylar önce etkili olmaya çalışmışlardır. Nitekim, İzmir’ de çıkan “Anadolu gazetesi” 23 Ocak 1919 tarihli nüshasında İzmir’ in, Yunanlılar tarafından işgal edileceğini yazması üzerine, Manisalılar, Ayan başkanlığına ve Sadaret makamına çekmiş oldukları telgraflarla durum hakkında bilgi isteyerek, hükümetten kesin teminat istediler. 

23 Ocak 1919 tarihini taşıyan ve Millî Mücadele tarihimiz açısından önemli bir belge olan bu telgrafın sadeleştirilmiş metni aşağıdadır:
Mahreci : Manisa nr. 777           Aceledir. Tarih: 23/1/1919
Sadaret Makamına

İzmir’ de çıkan Anadolu gazetesinin 23 Ocak 1919 tarih ve 2186 numaralı nüshasında vilayetimizin Yunanistan’ a verildiği ve Yunan askeri geldiği zaman bütün çukurların Müslüman cesetleriyle doldurulması ve bir Türk katl eden kimsenin bütün günahlarının afv olunacağı tarzında, yanında bir Yunan subayı olduğu halde bir papaz tarafından kilisede beyan edilmiştir. Bu ilhak keyfiyeti, söz konusu subay tarafından doğrulandığı gibi, İzmir Metropolitinin de İzmir kiliselerinde aynı şekilde nutuklarda bulunduğu görülmüştür. İzmir’ în diğer gazeteleri de, aynı tarihli nüshalarında bu mealde neşriyatta bulunmuşlardır.

Bilahare İtilaf Devletlerinin teşebbüsleri, daha önce ilan edilmiş olan mütareke şartlarına asla uymamaktadır. Osmanlı başkentinde Padişaha ait saraylara bile el konulması ve Yunan askerlerinin Trakya’ dan itîbaren İstanbul içerilerine kadar işgal mahiyetinde istila etmeleri, durumun vahametine kuvvetli bir delildir. Hükümetin şimdiye kadar söz konusu neşriyatı yalanlamaması, bu bölgedeki İslam nüfus üzerinde fevkalade bir heyecanın oluşmasına sebep olmuştur. Müslümanlar, düşmanın kötülüklerine maruz kalmamak için, şimdiden ırz ve namuslarının muhafazası kaygısına düşmüşlerdir. Aslı ve nesli Türk ırkına mensup ve bir buçuk milyona yakın ahaliden ancak % 10′ u gayr-i Müslim olan Aydın vilayetinin Yunanistan’ a terk ve teslimi öyle suhuletle mümkün bir hal ve mesele değildir. Biz de meşru haklarımızın korunması hususunda her ne yapılması mümkünse, o yönde teşebbüste kat’ iyyen müsamaha etmeyeceğiz. Şu dakikada bütün ahali saltanat merkezinden verilecek cevabı beklemektedirler. Vilayetimizin kurtuluşundan kabinemizin ümitli olmadığı ve bizlere kesin teminat veremediği takdirde, memleketi uğrayacağı vahim akibetten kurtarmak veya başımızın çaresine bakmak üzere diğer vasıtalara müracaat mecburiyetinde kalacağımızı önemle arz eder ve telgraf başında acîl cevap bekleriz.

Manisa Müftüsü (Âlim)    Belediye Reisi (Bahri)       Müdafaa-i Millîye Reisi (Kamîl)
Donanma Reisi (İbrahim) Ticaret Odası Reisi (Süleyman)

Tehlikeli bir şekilde gelişmekte olan durumu çok iyi tespit eden Manisalılar, bu telgraflarına bir cevap alamayınca, Aydın vilayetinin kolayca Yunanistan’a bırakılamayacağını ve vatan müdafaası için her çareye başvuracaklarını bildirdiler.



YUNANLILARIN ÇEKİLME HAREKÂTI ESNASINDA BATI ANADOLU’DA YAPMIŞ OLDUKLARI VAHŞET VE ZULÜMLER






Trakya, Marmara, Ege ve iç Anadolu’da izlemiş olduğumuz Yunan vahşet ve cinayetleri hemen her yerde aynı tarz ve sistemde plânlı ve Yunan üst makamlarınca verilen emirlere uygun olarak yapılmıştır.
Başından beri izlenilen Yunan vahşet ve zulümlerin bir analizi yapıldığında bütün işgal bölgelerinde işlenen vahşet, zulüm ve cinayetleri dört başlık altında toplayabiliriz.
1. Gasp ve yağma
2. Irz, namus ve mukaddesata taarruz
3. Yakma ve yıkma
4- İşkence ve katliam


Dine, Mukaddesata ve Din Adamlarına Yapılan Saldırılar
Yunanlılar özellikle Ramazan-ı Şerif esnasında bir çok yerlerde ahali teravih namazları kılarken baskın yapmışlar, namaz kılmalarını engellemişlerdir. Bayram namazı esnasında evlerde silah aramak bahanesiyle, namaz kılmalarını engellediler. Bazı yerlerde camileri ahır, süprüntü mahalli olarak tahsis ettiler. Buna benzer daha bir çok hakaret ve tecavüzlerde bulundular.


Gasp, Yağma ve Hırsızlık
Yunan birlikleri işgal ettikleri bir yerde ilkönce halkın elinde bulunan ulaşım araçlarını ve hayvanlarını gasp ediyorlardı. Bundan sonra evleri basıp, kendi işlerine yarayacak halı, kilim, ziynet eşyası gibi bazı şeyleri halkın elinden zorla alıyorlardı. Karşı koyanlar en ağır şekilde işkence ediliyor, bir çoğu da öldürülüyordu. Mağaza ve dükkanlarda Yunan baskınından nasibini alıyordu. Buralardaki değerli eşyaları aldıktan sonra ulaşım araçlarına yükleyip götürüyorlardı. Halkın aç kalacağını düşünmeden ellerindeki bütün yiyecek maddelerini, zahirelerini ve hayvanlarını alıyorlardı. Bundan sonra işlerine yaramayacak olanları, yakıp yıkarak kullanılmaz hale getiriyorlardı.


Yangınlar
Yunanlılar işgal ettikleri yerde ilkönce halka işkence yapıyorlardı. Daha sonra zorla mallarını, yoksul halkın yıllarca biriktirdiklerini alıyorlardı. Yapılan vahşet ve işkencelerin, soygun ve tecavüz safhası geçtikten sonra yapacakları tek bir şey kalıyordu. O da evi, köyü kent ve kasabayı “bize yaramadı, Türklere yaramasın “düşüncesiyle ateşe vermekti. Nitekim bu düşünce ile gerek Anadolu’da gerekse Trakya’da bir çok ev, işyeri hatta bütün köy yakılmıştır.


YUNAN ZULMÜ- EGE BÖLGESİ



YUNAN İŞGAL VE ZULMÜNÜN MEYDANA GETİRDİĞİ GÖÇLER

Paris Barış Konferansında müttefiklerin Yunanlılar lehinde davranmaları sonucunda İzmir ve Çevresiyle birlikte Doğu Trakya’nın Yunanlılar tarafından işgal edilmesi kararlaştırılmıştı. Bu işgaller ve zulümler sırasında kurtulabilen halk, kendilerini daha emniyetli yerlere atmaya çalışıyorlardı. Hatta bazı yerlerde daha Yunanlılar işgal etmeden köyleri boşaltmak mecburiyetinde kalıyorlardı. Edirne’nin işgalinden önce hududa yakın köyler boşaltıldı. Yunan zulüm ve tecavüzünden bir an evvel kurtulmak maksadıyla, Bulgar topraklarına doğru harekete geçtiler. Bunlar arasında 1. Kolordunun ordu döküntüleri de yer alıyordu. Göçmen kafileleri ve askerlerin sayısı 10-15 bin kişi kadardı . İşgal ettikten sonra Yunan zulmüne tahammül edemeyen Müslüman halkın büyük bir çoğunluğu çareyi kaçmakta buluyordu. Yunanlıların da zaten amaçları buydu. Çünkü bu sayede bölgede Türk nüfus azalacak yerine Rum göçmenleri iskan edilecekti.
Yunanlılar’ın yaptıkları zulümden bıkan halkın arasında uzaklara gidemeyip de, yakınlara sığınmak mecburiyetinde olanlarda vardı. Bu zavallıların büyük bir kısmı daha köyleri Yunan işgaline uğramadan, dağlara ve ormanlara doğru kaçtılar. Bu dağlarda soğuk ve açlıkla karşı karşıya geldikleri halde, bu duruma Yunan zulmüne yeğleyerek köylerine dönmüyorlardı.



MANİSA VE ÇEVRESİNDE YUNAN VAHŞET VE ZULÜMLERİ

Yunan işgal bölgesi genişledikçe Türk halkı üzerindeki zulüm, vahşet ve katliamlar da gittikçe şiddetlenerek artıyordu. Nitekim 15 Mayıs 1919 ve 9 Eylül 1922 tarihleri arasında kısa veya uzun vadede Yunan kontrolünde bulunan il, ilçe, kasaba ve köyler, bu feci olaylarda muhakkak nasibini alıyordu. Toplu katliam yapmak, misli görülmemiş şekilde insan öldürmek veya işkence çektirmek henüz çocuk yaştaki kızlara ya da eli bastonlu ihtiyar kadınlara tecavüz etmek, camileri, evleri, iş yerlerini, tarlaları yağmaladıktan sonra yakmak, hayvanları telef etmek, Yunan askerlerinin ve yerli Rumların yaptıklarının maalesef sadece ana başlıklarıydı.

Yunanlılar Tarafından Harabeye Çevrilen Manisa Şehri
Turgutlu’da incelemelerde bulunan aynı tahkik heyetinin Manisa’da da yapmış olduğu tahkik, gördükleri vahşet ve zulümlerle Manisa yangınına ait olmak üzere düzenlemiş oldukları raporda şu olaylar anlatılıyordu:
Manisa şehrinde de her yerde olduğu gibi daha evvel hazırlanmış olan plân gereğince Yunan Merkez Komutanı Yagorci ile Kurmay başkanının emir ve idaresi altında olmak üzere hareketle yangın, göğüsleri kırmızı işaretli ve başları siyah kalpaklı yangın postaları tarafından başlatılmıştır.

Şehir ateşe verilmeden 3 gün evvel Rum ve Ermeniler göç etmeye başlamış, hatta Musevilerin bile son gün göç etmelerine izin verildiği halde, Müslüman halkın şehri terk etmelerine engel olunmuştur. Yangın 6 Eylül akşamı ilk olarak kışlada çıkmış sonra çarşıya benzin dökülüp bombalar atılarak yakılmaya başlamış ve bu esnada hemen yangını söndürmeye gelen halka Yunan askerleri tarafından ateş açılarak halkın bir kısmı katledilmiştir. Yangın az zamanda birçok yerlerden çıktığı için halk elbise ve eşyalarından hiçbir şey kurtaramamıştır.

Kadın, erkek, çoluk, çocuk yarı çıplak ve perişan bir halde dağlara, ovalara dağılan biçareler yollarda Yunan çeteleri tarafından soyulduktan sonra birçoğu da katledilmiştir. Bununla beraber çok sayıda kadın, ihtiyar ve çocuk şehirden dışarı çıkamadıkları için alevler içinde yanarak yok olmuşlardır. Gerek yangından evvel soygun yapılırken, gerek yangın esnasında Müslüman halk dağılırken çok feci olaylar meydana gelmiştir.
Ajans telgrafıyla tespit edilemeyen pek çok olay mevcuttur. Bunların tespitini tahkik heyeti sonraya bırakmış olmakla beraber biz Manisa ve yörelerinde Yunanlıların yapmış oldukları vahşet ve cinayetlerden bazılarını burada görelim. Şehirde itibar sahibi olan Pamukçu oğlu Mehmet Efendi 8 kişilik aile efradı ile birlikte kesilmek suretiyle şehit edilmiştir. Debbağ (Deri işleyen) Hacı Ahmet Efendi’nin evinde karnından çocuğu çıkarılmak suretiyle parça parça edilen bir hamile kadının cesedi bulunmuştur.

Birkaç gün evvel Manisa’nın Titik köyüne gelen Yunanlılar halk teravi namazında iken camiye gelerek Mahmut ve Konyalı Ahmet Ağaları kendi adlarıyla çağırıp bulduktan sonra alıp hep beraber bu kişilerin evlerine gitmişlerdir. Evlerinde işlerine yarayan ne buldularsa aldıktan sonra bu iki kişiyi tekrar camiye getirip burada bütün cemaatin içinde kafalarına birer kurşun sıkarak öldürdükten sonra savuşup gitmişlerdir. Bunun üzerine halk ilgili Yunan makamlarına şikâyette bulunmuşsa da hiçbir sonuç alamamışlar, hatta cenazeler günlerce ortada kalıp kokuşmuştur. Ayrıca, Yazılı köyüne giden Yunan askerleri halktan rastgele 5 kişiyi soyduktan sonra tavuk boğazlar gibi hepsinin de başlarını kesmek suretiyle öldürmüşlerdir.

“Manisa’da 10.700 ev, 13 cami, 2728 dükkan, 19 han, 16 bağ kulesi, 3 fabrika, 5 çiftlik binası 1740 köy evi ateşe verilerek yakılmıştır. 3.500 kişi ateşte yakılarak, 855 kişi de kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Manisa’nın içinde 300’den fazla İslam kızına tecavüz edilmiş ve bunların bir çoğu alınıp götürülmüştür. Manisa yangınının zarar ve ziyanı 50.000.000 lirayı (1921 yılındaki para değerine göre) geçmektedir. Ayrıca Rumlar, Manisa’da İslam halkın dini ve milli duygularını tahrik ve tahkir etmişlerdir.

Makalenin devamına bakıldığında, yukarıda Manisa için anlatılan feci olayların çevre ilçelerde de aynen tekrar edildiği anlaşılmaktadır. 6.000 haneli Turgutlu’da 5800 evin tamamen yakıldığı ve 1200 civarında insanın katledildiği beyan edilirken ateşe verilen Alaşehir’de ise 4000 evden sadece 100 tanesi sağlam kaldığı ve yangından canını kurtarmak isteyenlerin kokak başlarındaki Yunan askerlerine hedef olduğu anlatılmaktadır. Alaşehir’deki yangında 3000 dükkan, 10 cami, 20 mescit tamamen yanarken, şehirden istasyona götürülen 300 kişilik kadın kafilesi Yunan makinalı tüfeklerinin ateşi altında kalmış ve çoğu ölmüştür.

Salihli, Akhisar, Gördes, Bergama, Menemen, Kınık gibi ilçeler ve bunlara bağlı köyler de Turgutlu ve Alaşehir gibi Yunan barbarlığına sahne olmuşlardır. Binlerce ev, işyeri, cami, mescit, okul ve istasyon yıkılmış yüzlerce insan insanlık dışı işkencelere maruz kalmış ve bir çoğu da öldürülmüştür.

Akhisar ve havalisinin Yunanlılarca işgal edilmesinin ardından Müslümanların her an bir sebeple dövülüp işkenceye maruz kaldığı, kadınlara tecavüz edilip öldürüldüğü, şikayette bulunanların dövülüp tehdit edildiği, merkez ve köylerde yağmalanmadık ev ve dükkânın kalmadığı, halkın camilere gönderilmediği ve camilerin içine pislenip tahrip edildiği, halı ve kilimlerinin çalındığı, baskına uğrayan köylerden Kızıllar, Süleymanlı, Milinge, Çoban Hasan ve Tikenli köylerinin yağmalanıp halkının katledildiği, kurtulabilenlerin çevre köylere iltica ettiği, Hasköy’ün de yağmalanıp halkına işkence edildiği, pek çok insanın kaybolduğu, Gördes ve Kayacık’ın yakıldığı vesair hakkında Akhisar ve Gördes havalisi imam ve muhtarları tarafından şikâyetname gönderildiğinden katliâm yapılan bu yerlerde inceleme yapmak üzere bir tahkik heyetinin görevlendirilmesi istirhamı.24 Haziran 1921

Temmuz 1919 başında Akhisar’da çiftlikte bulunan Halit Paşa ve beş arkadaşı Yunan askerleri ve yerli Rumlar tarafından vücutları ikiye ayrılıp, kulak ve burunları kesilmek, gözleri oyulmak suretiyle katledildiler. Bununla yetinmeyen Yunanlılar, çiftliği yağmalayıp yakarak, Gediz çayı civarındaki köylerden onbeş kadını da tarafından öldürülerek nehre attılar.

1920 Eylülü başında Yunan işgal kuvvetleri, Demirci’ye girdikten sonra soyulmadık dükkân ve mağaza, kapısı kırılarak girilmedik ev bırakmamışlardı. Para, mücevherat ve işe yarayan ne varsa gasb ettiler ; kadın ve kızlara ailelerinin gözü önünde tecavüz ettiler. Demirci’ye bağlı Viran ve Küçükoba köylerinde yirmi iki Türkü keyif için süngü ve kurşunla katl ederek, Serçeler, Akdere, Hocalar, Bozköy köylerini tamamen tahrip edip yaktılar. Borlu nahiyesi Müslüman halkını göç ettirip eşyalarını yağmaladılar ; dükkânlarına Hıristiyanları yerleştirdiler.



MİLLİ ORDUNUN ZAFERLERİ VE KAÇAN YUNANLILARIN VAHŞETİ

9-10 Ocak 1921 tarihinde Birinci İnönü muharebesini kazanarak kendini ispatlayan bu ordu Türk halkının kendine olan güvenini arttırdığı gibi Mustafa Kemal tarafından Ankara’da kurulmuş olan hükümetin prestijini de arttırmıştı. Bu muharebenin hemen ardından 26 Mart’ta başlayan Yunan taarruzu bu kez Ankara ile birlikte tüm yurda daha büyük moral kazandıran 31 Mart-1Nisan 1921 tarihli ikinci İnönü zaferiyle neticelenmişti. Bu ikinci hezimetten sonra Yunan askerleri geri çekilmeye başlamıştı.

İkinci İnönü muharebesinden sonra geri çekilen Yunan kuvvetleri daha sonra ileri harekata geçerek, 13 Temmuzda Afyon-Karahisar 17 Temmuz’da Kütahya, 19 Temmuz’da Eskişehir’i almışlar ve Türk ordusunun taktik gereği geri çekilmesi sonucu Sakarya Nehrine kadar gelmişlerdi. Fevzi Paşa Yunan ilerleyişi hakkında, “Düşmanın Anadolu içlerine uzanmak isteyen kolları mezarlarına yaklaşıyor; bu yeni sefer düşmanın ölüm yolculuğudur” diyordu. Burada yapılan Sakarya Savaşı Yunanlılar için hezimetten çok öteydi. Megali İdea hayaliyle Anadolu’ya saldırarak önüne gelen her şeyi yakıp yıkan, birlerce Türk’ü katleden, on binlercesine zulmeden Hemen vahşilerine Sakarya Nehri adeta kement olmuştu.

Yunanlılara son darbe 30 Ağustos 1922’de Başkumandanlık Meydan Muharebesinde vurularak ordularının önemli bir kısmı imha edilmiştir. Canını kurtarabilen Yunan askerleri ise bütün teçhizatını cephede bırakarak panik halinde kaçmaya başlamışlardı. Ne var ki cephedeki hezimetin acısını cephe gerisindeki savunmasız Türk halkından çıkaran Yunanlılar kaçarken, yolları üstündeki tüm köy, kasaba ve şehirleri taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmayacak biçimde yakmış, yıkmış, harabeye çevirmiştir.
4500 haneli Alaşehir’de 4 Eylülde, 15 ayrı yerde aynı anda yangın çıkararak ilçeyi tamamen yakmışlardır. Yunanlılar ve yerli Rumlar yangın sırasında 600 kişiyi de katlettiler. 

O tarihte yayınlanan Hakimiyet-i Milliye gazetesinde Ruşen Eşref Bey Alaşehir yangınını anlatırken, şöyle diyordu:
“Yerli Rum ve Ermeniler de bunlarla (Yunanlılar) beraberdi. Evlerden dışarı çıkanları kurşun yağmuruna tutuyorlardı. Alaşehir’de, kapıdan dışarı kurşun kapıdan içeri de alev halinde görülen iki ölüm ortasında çıldırmış çaresiz halk, evlerinde odaların içinde duvarları delerek kız ve kadınları evden eve kaçırıyorlardı.


Alaşehir

Alaşehir ilçesi Yunanlılar tarafından baştan başa yakılmış, halkı kısmen öldürülmüş, kadınlara tecavüz edilmiş, yapılan zulüm ve tahribat tespit edilememiştir. Alaşehir’den itibaren Manisa, Salihli, Turgutlu ve bu bölgedeki köyler de yakılmış, vahşet, zulüm ve cinayetler aynı yöntemlerle yapılmıştır. Boz köy kamilen yanmış, köyün görkemli camii de bu arada tahrip edilmiştir. Köyde Kayapınarlı bir kişi kurşunla öldürülmüştür. Köye ait tekmil erzak ve hayvanlar zorla alınarak götürülmüştür .


Salihli’de Yunanlıların çok sayıda Türk idareci ve memuru tutuklayarak Atina’ya gönderdikleri, Eskişehir ve Afyonkarahisar savaşını takiben Müslüman halka yaptıkları baskıları arttırarak şiddete dönüştürdükleri, savaş vergisi adı altında hayvanları topladıkları, tenha yerlerde Müslümanları soyup şikayetçi olanları ise dövdükleri, camileri tahrip ettikleri ve posta hizmetlerinde Osmanlı pulu taşıyan mektupları kabul ve tevzi etmedikleri, Osmanlı jandarmasının silahlarını toplayıp köyleri gezmelerine engel oldukları, Poyrazköy’de evlerden eşya, para ve ziynetleri yağmaladıkları, Gördes ve Kayacık’ı yağmalayıp yaktıkları, Demirci ve Gördes’ten gelen çeteler yüzünden daima askerî harekât mecburiyeti olduğundan Salihli’de yeterli ölçüde vergi tahsilatı yapılamadığı ve Hazinece nakdî yardımda bulunulması gerektiği. (26 Haziran 1921)


Salihli’de yaşanan Yunan vahşeti ise Salihli Polis Müdürlüğünün tutanağında şöyle anlatılıyordu:

“… Şehir ateşe verilmeden evvel bilumum İslam evlerine girilmiş genç ve bekar kızlarla kadınların iffet ve namuslarına hunharca tecavüz edilmiştir. O gün ve gecesi ilçe merkezinde 213 kadının namusu kirletilmiş, 50 erkek şehit edilmiş 300 kadar kadın ve erkek öldürülmek kastıyla yaralanmıştır. (4 Eylül 1922) Daha sonra Salı günü saat dokuzda şehir ateşe verilmişti. Zamanında kaçamayıp bir taraftan düşman mermilerine hedef olan erkek ve kadın miktarı kaçabilenlerin adedine göre çoğunluğu teşkil ediyordu”


Ahmetli’de bulunan Yunan kuvvetleri Salihli’ye bağlı köylere saldırıp akla gelmedik zulümde bulundular. Kestelli, Kendirlik, Yaraşlı, Dibekdere köylerinde harmanları yaktılar. Ahmetli’de Müslüman halka uygulanan zulmün çekilemez dereceye varmıştı. Yunanlılar, ev ve dükkânları soyuyor; bağlara, para ve mücevher dahil her türden eşyaya ve hayvana el koyuyorlardı. Kadın ve kızlara tecavüz edilip, başlarındaki örtüleri alınıp, zorla alarak dans ettiriliyorlardı. Üstelik, mezâlimden dolayı halk göçe başlayınca, ekili mahsul ortada kalmış ve kıtlık tehlikesi baş göstermişti .


Bu şekilde yüzlerce yerleşim yerini yakıp yıkıp harabeye çevirerek, binlerce insanın canına kıyarak denize doğru kaçan Yunan askerleri ve yerli Rumlar birbirlerini çiğneyerek gemilere binmeye çalışıyorlardı. 15 Mayıs 1919’da Megali İdea hayaliyle gemilerden inen askerler ve onları coşkuyla karşılayan yerli Rumlar şimdi o gemilere binmek için birbirlerini çiğniyorlardı.


Yunan kuvvetleri Manisa’yı işgallerinin ardından yerli ve başıbozuk Rumlarla birlikte hareket ederek Manisa-Akhisar demiryolu güzergâhında bulunan Hacı Rahmanlı ve Kapaklı köyleri de dahil diğer bütün köylerde Müslüman nüfusunu katlediyordu. Bağ ve bahçelerinde çalışırken tutuklanan yüzlerce Müslüman İzmir üzerinden Atina’ya gönderilmişti. Mısır’da esirken İngilizlerce serbest bırakılan yüz altmış kadar Müslüman, Manisa’da Yunanlılar tarafından tekrar esir edilmiş, ağır şartlarda çalıştırılan bu esirler gıdasızlık ve işkence yüzünden hayatlarını kaybetmişlerdi .


Manisa’ya bağlı Kasaba (Turgutlu), Ahmedli, Salihli ve Alaşehir’i işgal eden Yunanlılar, silah aramak bahanesiyle girdikleri yerlerde halkı döverek işkence yapıyorlardı. Kuvâ-yı Milliyeye destek verenleri, Ankara Hükümeti lehinde propaganda yapmak suçlamasıyla tutuklayıp camsız ve soğuk kışlalarda haps ediyorlardı. Üstelik “geçmişte Osmanlı Hükümeti’ne şimdi ise Kuvâ-yı Milliye ve Mustafa Kemal Paşa’nın zalimane idarelerine artık tahammül edemeyip Yunan Hükümeti’ni istediklerine dair” bir belgeyi imzalamaları konusunda halkın ileri gelenleri, müftü, belediye reisleri ve muhtarları zorluyorlardı .


G ö r d e s

Gördes’teki Müslümanların ellerindeki bütün silahları, av tüfeği ve ekmek bıçağına varıncaya kadar toplayıp götüren Yunanlılar, tamamı yüz kişiyi bulmayan Rumları eşyaları ile birlikte Akhisar ve Salihli’ye sevk ettikten sonra Müslümanlara, Kuvâ-yı Milliye ile ilişkilerini kesmedikleri takdirde memleketlerini yakacaklarını söylediler. Bir müddet sonra da altı bin nüfuslu Gördes kasabasını top atmak ve kundaklamak suretiyle tamamen yaktılar. Yangın Bu sırada şehirden çıkamayan birçok yaşlı, kadın ve çocuk da yanarak ölmüştü. Kasabadaki evlerin tüm eşyası Yunanlılar tarafından gasp edilmiş, Akhisar civar köylerinde yaşayan Hıristiyanların arabalarıyla bu eşyalar götürülmüştü. Gördes kasabasıyla Kayacık köyünde 60 kadar kadın ve kızın namusuna tecavüz edilmişti.


Geri çekilme sırasında yakıp yıkılan yakılan Gördes’te yalnız 27 evle ilçe dışında bulunan jandarma binası ve halka ait olan bağlarla birkaç ufak kule yangından kurtulabilmişti. Bu felâketten sonra Demirci’ye 1500 muhacir sığınmış, 500 ü daha sonra geri dönmüştü. 1000 kadar nüfus da o tarihte köy olan Demirci’ye yerleştirilmişti .
Yunan askerlerinin Anadolu topraklarına ayak basması tüm yurtta şiddetli tepkilere yol açmıştır. Vatanın her yanından padişaha, hükümete, amiral Golthorpe’a ve İtilaf devletleri temsilcilerine protestolar yağdırılmıştır. Medeni geçinen Batı’nın insanlık, adalet ve hakkaniyet duygularına hitaplarda bulunulmuştur. Yunan işgali Türk Milletinin daha da kaynaşmasına vesile olurken işgalin İzmir’den sonra Aydın, Manisa ve Balıkesir bölgelerine doğru yayılması tepkilerinde şiddetini arttırmıştır. Anadolu’nun her tarafından düzenlenen mitinglerde binlerce Türk Yunanistan’a ve diğer itilaf devletlerine lanetler yağdırmıştır. Hükümetin ve padişahın teslimiyetçi tutumlarını da protesto etmişlerdir.


İZMİR'DE YUNAN ZULMÜ


SONUÇ

Damat Ferit hükümetleri, ülkenin bağımsızlığı için teslimiyetçi politikalar izlemiş, bunun dışındaki hükümetler açık veya gizli olarak Kuvâ-yı Millîye’yi desteklemekten çekinmemişlerdir. Mütareke hükümetlerinin herşeye rağmen işgale kayıtsız kalmadıkları, hatta zaman zaman karşı koydukları görülmektedir. Bilhassa Harbiye Nezareti ve Meclis-i Vükelada görev alan vatanseverlerin bir devlet adamı ciddiyeti içinde işgalcilerin keyfî davranışlarına şiddetle karşı koydukları görülmektedir. Salih Paşanın sadareti sırasında gelişen hadiseler, işgallere karşı direniş ve alınan kararlar; Millî Mücadele’yi haklı olduğu davada meşru zeminlere oturtmuştur.

Yunanlıların asıl amacı, bir hayal ürünü olan “Megali Idea” hedeflerine ulaşmaktı. Bunun için Anadolu’nun Ege kıyılarını ele geçirerek hem bölgenin emniyeti ve hem de soykırımı girişimleriyle Türk halkının imhası ve kalanların da Doğu Anadolu’ya sürülmesiyle orta Anadolu’ya kadar uzanan Türk topraklarını ele geçirerek vatanın bu bölümünde Yunan egemenliğini sürdürmekti.

Bu hayali emellerini gerçekleştirmek için yalnız istilâlarla yetinmeyip tek vücut olan Türk halkını da etnik gruplara ayırarak, vatanı içerden de parçalamaktı. Bu düşünceyle aynı bayrak altında, aynı gaye uğruna vatanın bölünmez bütünlüğü için canını feda etmekten kaçınmayan Anadolu halkı arasında bir ayrıcalık yaratarak Türk halkını parçalayıp, zayıflatmak gibi politik eylemlere de başvurmuşlardı.

15 Mayıs 1919′da Anadolu’nun Ege kıyılarını istilâ edip, iç Anadolu’ya kadar her çeşit vahşet, zulüm ve politik entrikalara baş vurmalarına rağmen ele geçirmiş oldukları Türk topraklarından 26 Ağustos 1922 günü başlatılan Büyük Taarruzumuz karşısında bozgun halinde kaçmaya başladılar. Yunan ordusu kaçarken arkalarında yakılıp yıkılmış yüzlerce köy, kent ve kasabalarla, bu toprakların sahibi olan kadın, erkek yaşlı ve çocuk olmak üzere onbinlerce şehitin sayısız mezarlarını bıraktılar. Kovalamayı kesintisiz olarak sürdüren Türk ordusunun önünde 9 Eylül 1922 günü Ege’nin mavi berrak sularını kirleterek yurdumuzu terk ettiler. Sakarya’dan batıya doğru başlattıkları yangınlar İzmir’i de yaktıktan sonra söndürülebildi. Yunanlılar gerilerinde kapkara hazin bir tablo bıraktılar.


Yunanlılar, gerek Anadolu’da gerekse Trakya’da Müslüman Türk ahaliye karşı yaptıkları zulümleri ve akla hayale gelmeyen korkunç işkenceleri tarih şimdiye kadar hiç kaydetmemiştir. İşgal ettikleri yerlerde Müslüman halka akıllarına gelen en kötü işkenceleri yapmışlar, adeta işkence çeşidi üretmede birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Bu işkenceleri yapmak şöyle dursun, görmek ve hatta işitmek en vahşi insanın bile tüylerini ürpertecek derecede korkunçtur. Yunanlılar işgal ettikleri her yerde halkın mallarını gasp ve yağma ettikleri gibi, sahiplerini de kendilerinin icat ettiği işkencelerle öldürüyorlardı.
Yunanlılar üç sene kadar kaldıkları Anadolu’da şu andaki değeriyle katrilyonlara varan maddi zararda bulundular. Lozan Anlaşmasıyla tek bir kuruş bile tazminat ödemediler. Mukaddesatımıza ve ırzımıza yaptıkları tecavüzler, her zaman kalbimizde kanayan bir yara olarak kalacaktır. İnsanlık dışı zulüm ve işkencelerle katliamlar konusunda, kendilerine savunma hakkı kazandırabilecek tek noktacık bile yoktur.(*) Bu, artık onların o dönemdeki müttefiklerince de kesin gerçekler olarak kabul görmektedir.
Buna rağmen aradan geçen yaklaşık yüz yıllık bir zaman sonrasında Yunanistan’ın, bütün olayları tersine çevirerek Türklerin kendilerini soykırıma uğrattıklarını ortaya atmaları, teessüflerle karşılanacak bir siyasi skandaldir. Bu durum karşısında akla düşen soru şu olsa gerektir:

Süleyman Nazif’in şu sözlerini unutmak mümkün müdür : “Irkına, vatanına, tarihine ihanet etmiş olan efrad ve akvamın hiç birini unutma Türk oğlu!…Unutma!…Ve affetme.”


 Bu tebliğ 30-31 Ekim 2003 (Celal Bayar Üniversitesi-Manisa) tarihlerinde gerçekleştirilen “Millî Mücadele’de Alaşehir Kongresi ve İç Ege Bölgesi Sempozyumu” nda sunulmuştur.
(*) Türk ve Türkiye düşmanlığını her fırsatta dile getiren Yunanistan, yine her zamanki gibi tarihi gerçekleri saptırarak Türkiye aleyhine yeni bir karar aldı. Karara göre, 14 Eylül, Türkiye’nin Anadolu’daki Yunanlılar’a uyguladığı soykırımı anma günü ilan edildi. Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile varılan karar gereğince, 14 Eylül’de Yunanistan resmi daire ve okullarında Türkiye’nin Anadolu’da, Yunanlılar’a uyguladığı soykırımı anma ve matem günü olarak kutlanacak. Karar Cumhurbaşkanlığı’nın onayından çıkarak İçişleri Bakanlığı’na gönderildi. Kararın bu yıldan itibaren yürürlüğe girmesi bekleniyor. İçişleri Bakan Yardımcısı Liapis Cunis, 14 Eylül’lerde her ilin bayraklarla donatılacağını, tüm resmi dairelerin ışıklandırılacağını, ayrıca tüm Yunan okullarında öğrencilere soykırım ile ilgili geniş bilgiler verileceğini belirtti.

Batı Anadolu’da 1922 yılında yaşanan trajedinin “soykırım” olarak nitelendirilemeyeceğini vurgulayan Prof. İraklidis, “Felaket bir savaştan sonra oldu ki, bu savaşta saldıran ülke Yunanistan’dı. İzmir’e büyük güçlerin temsilcisi olarak çıkan Yunan ordusu, Türk toplumuna hoşgörü örneği olacağına, yüzlerce savunmasız insanı öldürmüş, köyleri yakmış ve çirkin hareketlerde bulunmuştu” diye konuşuyordu.
Atina mahreçli Şubat 2001tarihli bir haberde, Yunanistan Hükümetinin geçtiğimiz günlerde gündeme getirip, daha sonra da içindeki bazı ifadeleri değiştirerek yasalaştırmaya çalıştıkları “ Anadolu’daki sözde Yunan Soykırımı” kanununa Yunan kamuoyundan gelen tepkiler artmaya başladı. 



Yunanlı psikolog Dr. Georgios Nakracas’ın geçenlerde yazdığı ve elektronik posta ile dünyanın bir çok önemli merkezine gönderdiği mektup Atina’da ortalığı karıştırdı.
Nakracas “…Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi metninin imzalanma amacının 15 Eylül’ün tarihi bir gün olarak yasallaştırılmaya çalışılması olayına rağmen , ben bir doktor ve bir ruh bilimci olarak , kendimi bu metni hazırlayanların tarihi bilinçten yoksun semptomları olan ve klinik vaka kişileri olduğunu belirtmek zorunda hissediyorum…” ifadeleri ile böyle bir yasa tasarısını hazırlayanların ruh hastası olmaları gerektiğini vurgulayarak, Anadolu’da 1919-22 yılları arasında yaşanan olayların asıl sorumlusunun Yunanistan olduğunu açıkça ifade ediyordu.


Nakracas mektubunda, Yunanlı tarihçilerin eserlerine atıfta bulunarak Yunanlıların Osmanlı İmparatorluğu döneminde hiçbir zaman Batı Anadolu’da nüfus çoğunluğuna sahip olmadıkları gibi , yasa tasarısında belirtildiği gibi bu bölgede 1.500.000 Yunanlının değil en fazla 450-500 Bin Ortodoks’un yaşadığını, bunun da bölge nüfusunun % 30’una tekabül ettiğini belirterek, bu kişilerin Yunanlı bile olmadıklarını daha sonraları Rum olarak nitelendirilen Romalılar olduklarını vurgulamaktadır. Nakracas konu ile ilgili olarak mektubunda şu ifadelere yer vermektedir. “Üç Parlamento temsilcisinin böylesi faşizan öneri – metni Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans) ya da Osmanlı İmparatorluğu döneminde Yunanca konuşan Küçük Asyalıların ulusal bilinci konusu ile ilgili bilinçli ya da bilinçsiz bir tarih bilgisi eksikliğini yansıtmaktadır.”
Yunan ordusunun Anadolu’yu işgal girişimlerinin Anadolu’da yaşayan Rumlar tarafından desteklendiğini, Kurtuluş mücadelesi veren Türklere karşı Yunan ordusu saflarında mücadele ettiklerini, Türklerin zafere doğru ilerledikleri dönemde bu kişilerin ülkeden kaçtıklarını vurgulamaktadır.


Söz konusu kararname metninde , Küçük Asya Yunanlılarının özellikle 1922’deki dramatik olaydan sonra yurtlarını terk etmeye zorlandıkları iddiasına yer verildiğini ve bunun da gerçekleri yansıtmadığını vurgulayan Nakracas, Selanik Makedon Bilimleri Enstitüsünün yaptığı bir çalışmaya atıf yaparak , zorunlu nüfus mübadelesi konusunda ısrar eden tarafın Türk Hükümeti değil Eleftherios Venizelos olduğunu, Türk hükümetinin zorunlu mübadeleye karşı olması nedeniyle , Yunan Hükümet çevrelerinde Kuzey Yunanistan’da bulunan 500.000 Türkü şiddet yolu ile Türk kıyılarına taşıma düşüncesinin hakim olduğunu belirterek, Avrupalılar üzerinde oldukça olumsuz etki bırakacağından ötürü bu düşünceden vazgeçildiğini sonuç olarak Türk hükümetinin , Yunan tarafının zorunlu nüfus mübadelesi önerisini kabul etmek zorunda kaldığının altını da çizmektedir. (INAF Haber Bülteni, 1 Mart 2001)


Yunanlıların Anadolu’nun Ege kıyılarını işgal ettikten sonra ileri harekâta devam ederek ele geçirmiş oldukları Trakya ve Anadolu’nun iç kesimlerinde yaşayan silâhsız ve savunmasız Türk halkına karşı yapmış oldukları vahşet ve zulümler dünya zulüm tarihine belgelerle geçmiştir. Olayların gelişmesi anında önceden tasarlanmış olarak yapılan vahşet ve cinayetlerin şekil ve yapılış sistemlerinden anlaşılmıştır ki, Yunanlıların amaçları, ele geçirmiş oldukları Türk topraklarında tek bir Müslüman kalmayacak şekilde katlederek soy kırımı gerçekleştirmiş olmaktı.
Yunanlıların soykırım amaçlı girişimlerinde İtilâf Devletlerinin de katkıları olduğunu göz ardı edemeyiz. Nitekim soykırım olayını benimsemeyen İngiliz Times Gazetesi’nin sahibi olan Lord Northclip (Northschlip)’in gazetesinde yayınladığı şu beyanatı, bu konudaki gerçekleri doğrulamaktadır.


“İngiltere Müslüman kelimesinin hakikî manasını anlamıyor. Fakat en büyük vazifesi ve menfaati bu kelimenin manasını anlamasıdır. Şurası iyice bilinmelidir ki, Yunan’a Anadolu’da Müslüman öldürmek için para verirsek Mısır’da, Hindistan’da ve bütün dünyadaki Müslümanlar ayaklanacaklardır. Bakanlarımızdan istirham ederim. Bize karşı koyacak 250 milyonluk Müslüman kitlesini gözlerinin önüne getirsinler.”
Yunan kuvvetleri “Megali İdea” düşlerine uyarak soykırım amacını gerçekleştirebilmek için Sivrihisar, Haymana ve Polatlı yörelerine kadar ilerlediler. Ancak, 13 Eylül 1921 günü Sakarya Savaşı’nı hiç ummadıkları bir sonuçla kaybedip çekilmeye başladıkları andan itibaren de soykırım rüyasından uyandılar.

Yunanlıların Müslüman soykırım aşkı beyinlerine o derece yerleşmişti ki, İznik Başpiskoposu Vasilyos “Katliam az oldu. Ben bütün Türklerin kesilmesini isterim” demekten kendini alıkoyamıyordu.


İZMİR'İN KURTULUŞU


K A Y N A K Ç A
I. BELGELER
1- Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Nezareti, Kalem-i Mahsus Müdüriyeti (DH-KMS)
2- Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Bâbıâli Evrak Odası, Harbiye Giden (B.E.O. İHB)
3- Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dahiliye Nezareti, Şifre Kalemi (DH-ŞFR)
4- Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Hariciye Nezareti, Siyasi (HR-SYS)
5- Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Dosya Usulü İrade Tasnifi (DUİT)
II.GAZETELER
Akşam, 121
Takvîm-i Vekayi, 1920
III. ESER VE MAKALELER
1- “Arşiv Belgelerine Göre Balkanlar’da ve Anadolu’da Yunan Mezalimi II,” Başbakanlık Devler Arşivleri Gen. Müd., Osmanlı Arşivi Daire Başk., Yay., Ankara 1996
2- Atatürk; Nutuk, Kültür Bakanlığı Yayınları, c. I, İstanbul 1975.
3- Ayışığı, Metin “Milli Mücadelede Manisa”, Manisa Dergisi, Yıl:1994, Sayı: 1
4- Bıyıklıoğlu, Tevfik ; Trakya’da Milli Mücadele, T.T.K.Yay., Ankara 1992
Gökbilgin, Tayyib;
Milli Mücadele Başlarken, c. I.-II ,Ankara 1959
Helmreich, Paul C.
Sevr Entrikaları, Sabah Yay., (Çev. Şerif Erol), İstanbul 1996
7- (INAF Haber Bülteni, 1 Mart 2001)
8- Özalp,Kâzım ; Millî Mücadele, C. II, T.T.K. Basımevi, Ankara 1985
9- Yalazan, Talat Türkiye’de Yunan Vahşet ve Soy Kırımı Girişimi, I,II, Genel Kurmay ATASE Başkanlığı Yay., Ankara 1994




                            GERÇEKLERİ DÜNYAYA DUYURACAĞIZ


SB

***