Translate

26 Eylül 2012 Çarşamba

ETRÜSKLER, TARİH ÖNCESİNDE DE, BUGÜN DE TÜRKLER!








Etrüskler (Tursakalar) Türk idiler   
   


Etrüskleri incelemek ve onların tarih öncesi dönemde Türklükle olan ilgisini araştırmak için  harekete geçen yazar Adile Ayda , 1971 yılında yayınlamış olduğu Les Etrusques etaient-ils des Turcs? adlı kitabını, 1985 yılında tekrar ele alıp genişleterek Les Etrusques etaient des  Turcs- Preuves adıyla yayınlamıştı. 1992 yılında ise yazar, yine yeni belgeler ve bilgiler  ekleyerek daha da somutlaştırdığı bu kitabı yayınlıyor: Etrüskler Türk idiler. 

Etrüsk  medeniyetini, Etrüsklerin dinini, Etrüsklerin dilini, Italya’nin Toskana bölgesinin tarihi  dokusu ve yapısını konu alan son kitabın başlığı, yazarın netliğinin ve kararlığının bir  göstergesidir.  

Kitap,  önsöz, 2 bölüm ve sonsözden oluşmaktadır. Birinci bölüm “Din ile ilgili Deliller”  başlığını taşımaktadır. Din ve din ile ilgili Almanca, Fransızca, İngilizce, İtalyanca ve Latince  dillerinde yayınlanmış çalışmaları araştırırken tanıştığı farklı kavimler, yazarın ilk araştırma  konusudur. Tanıştığı bu  kavimlerin tarihsel, dinsel, dilsel ve etnik özelliklerini yeniden  keşfeden yazar, Türk kavimlerini neredeyse her kavim ile karşılaştırır. Kutadgubilig’de yer  verilen konuları, diğer kutsal kitaplarla karşılaştırarak bu kaynakların yakınlıklarını ve  farklılıklarını ortaya koyar. Araştırmalarının sonucunda yazar, okura dinlerarası, dillerarası  ve kavimler arası karsılaştırma fırsatı sunmaktadır. Yazarın kullandığı kaynaklar ise konuyla  ilgili geniş bir bibliyografyayı kapsamaktadır. Türkçe ile beraber beş Avrupa dilinde  yayınlanan geniş bir literatürü kapsayan kaynakça, yazarın konuyla ilgili en küçük detayları  dahi kaçırmamama eğilimini ve titizliğini de belgelemektedir. 

Etrüskler’in Türk olduğuna dair toplam 74 delil gösteren kitabın din bölümünde, Türk  kavimleri ve dinleri hakkında geniş ve aydınlatıcı  bilgiler verilmiştir. Bilindiği gibi, Eski Türkler’in dinine genellikle “Şamanizm” denir. Rus  bilginleri Sibirya Türkleri olarak da  bilinen Yakutlar’ın dinini incelemeden önce, Tunguzlar’ın dini üzerine çalışmalar yapmışlardır. Sihirbaz rahiplerine “şaman” adını veren Tunguzlar’ın, dinlerini Eski Türkler’den  alışı uzak bir geçmişe dayanmaktadır. “Şaman” kelimesi Eski Türkler’in dilinde kullanılmamıştır. Eski Türkler’deki rahiplere tıpkı Bugünkü Altay Türkleri’nde ve Yakutlar’da olduğu gibi “kam” denilmektedir.  

Dinle ilgili bölümün ilk kısmında, Etrüskler’de, Latin Romalılar’da ve Şaman Türkleri’nde kainatın nasıl oluştuğuna dair yaklaşımlar irdelenmiştir. Bu bölümde, Şaman Türkleri ile Etrüskler’in açıklamalarındaki büyük benzerliklere dikkat çekilmektedir. 

Bunu takip eden kısımda, Dünya’nın doğuşu hakkında karşılaştırmalar yapılmıştır. Verbitsky, Radloff ve Ögel in çalışmalarının açıklandığı bölümde, ‘yer’ ve ‘gök’ üzerine yaklaşımlara yer verilmiştir. Kül-tegin Anıtı’nın Kuzey cephesinde Bilge Kağan’ın söylediği ve yazıtlarda yer alan cümleler ile Roma Devleti’nin, Latin kentleri ile yaptığı “Latin Siteleri Birliği” antlaşması karşılaştırılmış ve ilgi çekici sonuçlara varılmıştır. 

Din bölümün üçüncü kısmında ise tanrılar açıklanmakta, çoktanrılılık (polytheisme) ve tektanrılılık (monotheisme) kavramlarına değinilmektedir. Oğuzlar’daki tanrı, tanrıcılık ve  çoktanrılılık üzerine çarpıcı sonuçlara ulaşılmış,  Araplar ve Yahudiler’in inançları ve tanrıları hakkında ise olabildiğince cesur karşılaştırmalar yapılmıştır. Yazar Tanrı konusunda  karşılaştırmaları yaparken şu noktalara dikkat çekmiştir; 

Tinia – Tin; Etrüsk ve Türk Baştanrıları arasındaki  benzer noktaları 6 delil ile açıklamaktadır.

Uni-Ani; Baştanrıçalara ilişkin bilgiler karşılaştırılmıştır. 

Mars; Etrüsklerin savaş tanrısının adı Mars idi ve bunu Romalılar Etrüsklerden almıştır.  Eski Türkler için kutsal silah, hayvan kemiklerinden yapılan bir çeşit süngü idi. Ünlü Fransız  tarihçi G. Dumezil de “Etrüsk kralının sarayı olan Regia’da bir sungu vardı ki, Eskiler bunu  Mars sayarlardı” diye yazmıştır. Aynı zamanda bu bölümde Kurt Ana, Dişi Kurt, Kurt Ata  konularında da önemli karşılaştırmalar yaparak kelimelerin ve olayların kökenine inmektedir. 

Minerva; bir Etrüsk tanrıçasıdır. Yazar, bu konudaki karşılaştırmasında Altaylar’da veya Yakutlar’da bir tanrıça bulunmamasına rağmen, Etrüsklerde böyle bir Tanrıçanın  bulunmasını Türk bilim ve sanat araştırmacılarına bırakabilecek bir konu olduğunu düşünmektedir.

Vesta–Kutsal Ateş; Ateş kültü bakımından Tursakalar  hem en eski Türklere hem de bugünkü şamanist Türklere büyük ölçüde benzemektedirler. Bu yakın özellikler 7 delil ile ispat edilmeye çalışılmıştır. 

Başka Tanrılar ve Ruhlar , Tages (bir peygamber) 
Diğer kısımlarda ise din adamları, dini törenler, töreler, ölüm ve ölüler üzerine tartışmalara yer verilmiş ve ispatlanılmaya çalışılan konulara değinilmiştir. “Diğer benzerlikler” bölümü ile de hukuk, sanat ve yiyecekler alanındaki benzerlikler irdelenmiştir

Türk Kültürü Araştırmaları Enstitüsü tarafından yayınlanan bu eser, Türk Dünyası kaynaklarını başarılı bir şekilde irdelemesi ile ortaya konulan verileri ve delilleri sağlamlaştırmıştır. Türkçe’nin ait olduğu Ural-Altay dil grubunun özellikleri dil bilginlerimize göre şunlardır: 

- Ses uyumu 
- Cinsiyet yokluğu 
- Artikel yokluğu 
- Ad ve fiil çekiminin ekler yardımı ile yapılması 
- Fiil şekillerinin zenginliği 
- Hint-Avrupalı dillerdeki ön-ekler yerine son-ekler kullanılması 
- Sıfatların adlardan önce gelmesi 
- Sayılardan sonra çoğul kullanılmaması 
- Kıyaslamalardan sonra ablatif halinin kullanılması 
- Yardımcı fiil olarak ‘olmak’ anlamındaki ‘imek’ fiilinin  kullanılması 
- Olumsuz anlamı ifade eden özel fiillerin bulunması 
- Bir soru ekinin bulunması 
- “Bağ” vazifesi gören fiil şekillerinin bulunması

Dil konusunda da yine alt bölümlerle devam eden kitapta, alfabe kısmı verilerle  desteklenmiş, Etrüsk alfabesi ile Orhun alfabesi arasındaki benzerlikler şu şekilde sıralanmıştır: 

- Şekil benzerliği 
- Hem şekil, hem ses benzerliği 
- Şekil yakınlığı ve ses benzerliği 
- Özel bir harf kullanımı 

Dil bölümünde değinilen bir diğer konu ise fonetiktir. 11 farklı görüşle desteklenen bu konuda Italya’nın Toskana bölgesinde yaşayan Etrüsklerin, konuşmaları ve bugünkü İtalyanların “Gorgia Toscana” (Toskana gırtlağı) olarak tanımlanan konuşmaları arasındaki yakın ilişki vurgulanmaktadır. 

Etrüskler’in yazı ve imlası ile Göktürkler’in yazı  ve imlası arasındaki benzerliklerin irdelendiği “Yazı” bölümünde şu noktalara değinilmiştir: Her iki yazı türü de, sağdan sola yazılmaktadır. Gerek Etrüskçede gerekse Göktürk yazılarında, yazı okunduğu zaman, yazılmamış sesli harfler de telaffuz edilmektedir. 

Dil bölümünde dikkati çeken bir başka noktada “Sözler” kısmıdır. Alt başlık şeklinde ele alınan bölüm 40 farklı saptamayı içermektedir. Bu 40 saptama, 40 farklı kelimedir ve yazar bu 40 kelimeden 15’inin Latin diline geçtiğini belirtmektedir. Roma İmparatorluğu’nun resmi din dili olarak kabul edilen Etrüsk dilinden Latince’ye geçen 15 kelimeden 10’unun dinsel kökenli olması ise yine ilgi çeken bir saptamadır.
  
Dil bölümünde bir alt başlık olarak ele alınan ‘gramer’ konusunda yazar; Etrüskler’in Türklüğe yakınlığını destekleyen 17 farklı noktayı ele almıştır. Etrüsk ve Türk gramerleri arasındaki benzerlikleri tüm açıklığıyla ve özel örnekleri ile ortaya koymaya çalışan yazar, bu örnekleri ile Etrüskçe’nin, Türkçe’nin eski hali olduğuna dair tezini kuvvetlendirmeye çalışmıştır. 

Yazar Adile Ayda, çalışmasınn sonuç bölümünü “Sonsöz” başlığı altında hazırlamıştır ve bu bölümde; Batılılar’ın, Etrüskler’in Eski Türkler (Proto-Türkler) olduklarına kanaat getirmeleri durumunda, Avrupa’daki Etrüskoloji kürsülerinin ömürlerinin çok uzun olamayacağı kaygısını dile getirmektedir. 

Heyecanla  ve hissederek hazırlanmış önemli bir kültür kaynağı olan bu kitap okurken de aynı heyecanı vermekte ve dikkat çekilen bilgiler ile kendisini hissettirmektedir. Kitabın  yazarı Adile Ayda’ya bu özverili ve ısrarlı çalışmayı gerçekleştirmiş olduğu için teşekkürü  bir borç bilirim.


Elif Hatun Kılıçbeyli 
Öğretim Üyesi
Çukurova Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Uluslararası İlişkiler Bölümü
Kaynak: Kültür Araştırmalar Derneği- kulturad.org 26.Bülten


Adile Ayda /PDF   ETRÜSKLER TÜRK MÜ İDİ ?


Les Étrusques Étaient-ils des Turcs? Paris: 1971.








LALE ADASI / AYVALIK




PAMİR DAĞLARI / TACAKİSTAN

Fransa Auzon’da bulunmuş olan ve Franks Casket olarak adlandırılan Dikiş Kutusu
Dişi Kurt ve İskandinav Runik Harfli Yazıt/BRİTİSH MUSEUM
romwalusandreumwalustwægen | gibroşær | link 
afoeddæhiæwylifinromæcæstri: | oşlæunneg 
"Romwalus og Reumwalus, twægen gibroşær, afoeddæ hiæ wylif i Romæcæstri, oşlæ unneg" 
"Romulus and Remus, two brothers, a she-wolf nourished them in Rome, far from their native land". 
İskandinav alfabesi ile Göktürk alfabesinin orijini İskit-Türk alfabesidir.



ROMULUS VE REMUS ,GÜMÜŞ DİDRACHM MÖ.269-266




ilgili:





TÜRKÇE KONUŞ - DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN








İstanbul’da Dolmabahçe Sarayında toplanan Birinci Türk Dil Kurultayının açılış günü olan 26 Eylül, Dil Bayramı olarak kutlanmaktadır.

Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kültür kurumlarından biri olan Türk Dil Kurumu 69 yıl önce, 12 Temmuz 1932’de kurulmuştu. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde dil ve tarih, Atatürk’ün en çok önem verdiği olgulardı. Önce 1931’de Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti kuruldu. Uluslaşmanın en önemli temellerinden bir diğeri de dil idi. Bunun bilincinde olan ulu önder Atatürk, 11 Temmuz 1932 gecesi sofrasında bulunanlara “Dil işlerini düşünmek zamanı gelmiştir. Ne dersiniz?” diye sorar. Oradakilerin bu düşünceye katılması üzerine “Öyle ise Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti gibi bir de ona kardeş bir dil cemiyeti kuralım. Adı Türk Dili Tetkik Cemiyeti olsun.” diyerek Türk Dil Kurumunun temellerini atar. Ertesi gün Samih Rifat, Ruşen Eşref, Celâl Sahir ve Yakup Kadri İçişleri Bakanlığına başvururlar. Sonradan adı Türk Dil Kurumuna çevrilecek olan Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur. 

Cemiyetin kuruluşuyla birlikte başlayan çalışmalar sürerken, Türk Dil Kurultayının hazırlıkları da başlamıştır. Bu coşku ve heyecan içerisinde Türk Dil Kurultayı toplanır. Kurultaya çok sayıda bilim adamı, gazeteci, yazar, devlet adamı ve sanatçı katılır. Atatürk, Kurultayı baştan sona kadar izlemiştir. Türkçenin gelişmesi, özleşmesi, zenginleşmesi yolunda Türk Dil Kurultaylarının çok önemli yeri vardır.






BYE BYE TÜRKÇE , HEDEF TÜRKİYE , BÜYÜK UYANIŞ




Prof. Dr. Oktay Sinanoğlu (1935 - .... )

1935'te doğan Sinanoğlu, 1953'te Atatürk tarafından 1928 yılında kurulmuş TED Yenişehir Lisesini burslu olarak okudu ve birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla kimya mühendisliği okumak üzere ABD'ye gitti. 1956'da ABD Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley Kimya Mühendisliği'ni birincilikle bitirdi.

1957'de Massachusetts Institute of Technology ' yi ( MIT ) 8 ayda birincilikle bitirerek Yüksek kimya Mühendisi oldu. 1960'ta Yale Üniversitesinde "asistant professor" (yardımcı doçent ) olarak çalışmaya başladı. 26 yaşında iken atom ve moleküllerin çok elektronlu kuramı ile "associate professor" (doçent) ve 50 yıldır çözülemeyen bir matematik kuramını bilim dünyasına kazandırdı ve "full professor" ( profesör ) ünvanını aldı. Bu ünvan ile modern üniversite tarihinin ve Yale Üniversitesi tarihinin en genç profesörü oldu.

1964'te ODTÜ'ye danışman profesör oldu. Yale Üniversitesinde ikinci bir kürsüye daha profesör olarak atandı. Dünyada yeni kurulmaya başlayan Moleküler Biyoloji dalının ilk birkaç profesöründen biri oldu. (Watson ve Crick sarmal modelindeki dna sarmalının çözelti içinde o halde nasıl durduğunu keşfeden adam - solvofobik kuvvet ) Amerikan Ulusal bilimler akademisine Üye olarak seçildi. Buraya seçilen ilk ve tek Türk oldu.

İki defa Nobel' e aday gösterildi. Defalarca Nobel Akademisinin isteği üzerine Nobel'e adaylar gösterdi. Dünyanın sayısız yerinde sayısız buluşları ve teoremleri ile ilgili sayısız konferans verdi. 26 yaşından beri devam ettiği Yale Üniversitesinde Moleküler biyoloji ve kimya olmak üzere iki kürsüde profesör ve son 7 senedir görev yaptığı Yıldız Teknik Üniversitesinde ise Kimya dalında olmak üzere bir kürsüde Profesör olarak görevini sürdürüyor.


YURTDIŞINDA EĞİTİM ALMASINA RAĞMEN OKTAY SİNANOĞLU BİLE  " BİLİMİN DİLİ YOKTUR, MATEMATİK'TİR  " DER.

                  





      DİL BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN








ilgili:

ve






Hangi Tarih? - Avrupa, Türkiye ve Atatürk





   
Ahmet Taner Kışlalı'nın, 11.7.1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan bu makalesi güncelliğini koruduğu için 21.10.2000 tarihinde bir kez daha yayımlanmıştı.

    
Şu sözler daha çok yeni. Prof. Justin McCarty'ye ait: "...Atatürk olmasaydı, Türk belki Özbekistan'da olurdu, ama Trakya ve Anadolu'da kalmazdı. 100 yılda tüm civar büyük coğrafyadan sürülmüş ve katledilmiş Türklerin Konya Ovası'ndan sürülmeleri ve atılımları ne kadar sürerdi sanıyorsunuz?"
    
Ve Amerikalı tarihçi devam ediyor:  "...Ne Türk ne de Türkiye kalırdı. Mustafa Kemal sadece ülkeyi kurtarmadı, Türk neslini de kurtardı!"
    
Bu sözler İstanbul'da, Haliç Rotary Kulübü'nün düzenlediği bir toplantıda edildi. Konuşmacı somut konuştu. Rakamlar verdi. Kanıtlar gösterdi. Tarihin nasıl tersyüz edildiğini sergiledi. Ama basın, numaracı cumhuriyetçilerden esirgemediği ilgiyi, bu olaydan esirgedi. Prof. McCarty'ye göre, Türkler Hıristiyanları katletmedi. Tersine, Hıristiyanlar Türkleri ve Müslümanları katlettiler. 1821'de patlak veren Yunan milliyetçiliği; bulunan, yakalanan her Türkün öldürülmesine neden olmuştu. Yunan etkisiyle, Arnavutluk ve Romanya'da da ele geçen tüm Müslümanlar katledilmişlerdi.
    
O dönemde öldürülen Türklerin sayısının 25 bin dolayında olduğu tahmin ediliyordu. Bulgaristan'daki 1876 ayaklanmasında da Türkler kitle halinde yok edilmişlerdi. Türk köyleri yakılıp yıkılırken bir-iki kişinin kaçmasına izin veriyorlardı. Amaç, onların olanları diğer köylerde anlatmaları ve Türklerin kaçıp topraklarını terk etmelerinin sağlanmasıydı. Savaş bittiğinde 675 bin Türk sürgüne zorlanmış ve yüzde 17'si yollarda ölmüştü. Manastır'da ve Kavala'da yapılan katliamı, İngiliz elçileri de raporlarında doğruluyorlardı.
    
Ermeni katliamını ise Fransız kaynakları belgeliyordu. Prof. McCarty'ye göre, Doğu Anadolu'daki nüfusun yaklaşık yüzde 7-9'u Ermenilerce öldürülmüştü.
    
Amerikalı tarihçinin kanıtlara dayanarak çizdiği tablo çok açık. 19'uncu yüzyılın başlarından 20'nci yüzyılın başlarına kadar, Balkanlar'dan Kafkaslar'a kadar 5 milyon 60 bin Türk öldürülmüş. 5 milyon 381 bini de sürgün edilmiş, yerinden yurdundan olmuş.
    
Peki bu vahşet ne zaman ne kadar sürmüş?

Yanıtını Prof. McCarty çok net veriyor:  "...Türk bağımsızlık savaşında bir şey oldu ve plan artık yürümedi!.. Yunanlılar bozguna uğrayınca, kaçarken her yeri yaktılar, yıktılar, herkesi öldürdüler. Amerikan elçisi ve Amerikan kaynakları bu olayı doğruluyorlar... Sadece Batı'da Rumlar tarafından 1 milyonun üzerinde Türk öldürüldü, 1-2 milyonu da sürgüne zorlandı."
    
Ve ekliyor:  "...Çok kötü bir yüzyıl olmuştur. Müslüman ülkesi yok edilmiştir. 1800-1922 arasında Yunanlılar 950 bin göçmen, 320 bin ölü verdiler. Ermeniler 910 bin göçmen ve 580 bin ölü verdi. Oysa aynı dönemde 5 milyon Müslüman göç etmek zorunda kaldı, 5 milyondan fazlası da öldü."
    

Sonuç?

"...Bu ibret tablosunun karşısında, kim suçlu diye sormak gerekiyor. Mustafa Kemal'in itildiği Konya Ovası'nı gözler önüne getirin. Bir yüzyılda nereden nereye gelinmiş! Ben size diyorum ki, Atatürk olmasaydı, Türk kalmazdı... Diyebilirdi ki, ben Selanik'e kadar gidiyorum. Herkes arkasından giderdi. Hayır, büyük önder Türklerin ne kadar acı çektiğini, ne bedel ödediğini biliyordu. O tam tersine düşmanlıkları, nefreti unutmasını ulusa telkin etti. Ve sadece büyük bir insanın söyleyebileceği 'Yurtta barış, dünyada barış' dedi."
    
Prof. McCarty, "Kürt sorunü'na da -alışılmış Batı'dan- farklı bir açıdan bakıyor. 1926'dan sonra "Kürt liderler'in güçlerini korumalarına izin verilmesinin hata olduğunu söylüyor. Kürtlerin Türkiye'de cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, general bile olabildiklerini Batı'ya anlatmak gerektiğini savunuyor.
    
Ve konuşmasını noktalarken şöyle diyor:  "...Yüzyıllık tarihte Türkler hakkındaki yalanların iki kaynağı var. Misyonerler ve İngilizler. İngilizler -propaganda büroları aracılığı ile- bugün bile inanılan yalanlar yayıyorlar... Benim söylediklerimi bir Türk söylese, kimse inanmaz. İnsanlar dışarıda Türklere karşı önyargılılar."Amerikalı tarihçi, Atatürk'ün diktatör olduğunu söyleyenlere de karşı çıkıyor. Ve Attilâ İlhan'ın "Hangi"li kitap dizisine bir yenisini eklemek gerektiğini düşündürüyor:
    

Hangi Tarih?

    
1 Eylül 2000 tarihli Müdafaa-i Hukuk gazetesinin birinci sayfasına, vaktiyle Atatürk'ün Hâkimiyeti Milliye gazetesinde neşredilen şu sözlerini koymuşlar. Atatürk diyor ki: "Hürriyet ve istiklal benim karakterimdir. Ben milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan istiklal aşkı ile yaratılmış bir adamım. Bence bir millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın kalıcı olması, mutlaka o milletin istiklale sahip olmasıyla mümkündür. Ben şahsen bu saydığım niteliklere çok önem veririm. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir milletin evladı kalmalıyım. Bu sebeple milli istiklal benim için bir hayat meselesidir. Milletimin menfaatleri gerektirdiği takdirde her milletle medeni ölçüler içinde dostluk yapmaya özen gösteririm. Ancak benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanı olurum."

    
Necip Mirkelâmoğlu, adı geçen eserinde şu bilgileri de veriyor:
    
Atatürk, henüz yirmi üç yaşında bir yüzbaşıdır, bir toplantıda arkadaşlarına, "Bu bedbaht memlekete karşı mühim vazifelerimiz vardır, onu kurtarmak yegâne hedefimizdir" sözleriyle "tarihi misyonunun" ilk işaretlerini verdikten sonra, 1907 yılında, 27 yaşında, 'kolağası' (ön yüzbaşı) rütbesinde iken "yegâne hedefimiz" dediği "misyon"un detaylarını, Bulgar Türkologu İvan Manolov'a, şu sözlerle açıklamıştı:
    
"Gün gelecek, şimdi hepinizin hayal sandığınız reformları ben gerçekleştireceğim. Mensup olduğum millet bana inanacak. Sultanlık kaldırılmalıdır. Devletin yapısı mütecanis (tek türlü) bir temele dayanmalıdır. Din ve devlet birbirinden ayrılmalıdır. Doğu medeniyetinden ayrılıp Batı medeniyetine yönelmek zorundayız. Erkekle kadın arasındaki farkı kaldırmalıyız. Böylece yeni bir toplum düzeni kurmalıyız. Batı medeniyetine girmemizi zorlaştıran yazıyı kaldırmalıyız. Latin alfabesini kabul etmeliyiz. Kıyafetimize kadar her noktada Batıya yönelmeliyiz. Emin olunuz ki, bir gün, bu hedeflere ulaşacağız." (Atatürk Bir Çağın Açılışı, Prof. Dr. Sadi Irmak, s. 5.)
    
1951'de Amerika'da yayımlanan Caucasus dergisinde "Hayret verici siyasi kehanetler" başlığı altında bir yazı yayımlanıyor. Bu yazı Atatürk'le General McArthur arasında 1932 yılında yapılmış olan bir konuşmayı naklediyor. Generalin sorusu üzerine Atatürk, yakın gelecekteki savaş ihtimalleri üzerine şu tahlil ve tahminlerde bulunuyor:
   
 "Almanya, kısa sürede büyük bir ordu meydana getirebilecek ve İngiltere ile Rusya hariç, bütün Avrupa'yı işgal edebilecek yetenektedir. Savaşın patlaması 1940-1945'ten daha sonraya kalmayacaktır. Fransa büyük bir askeri güç oluşturma yeteneğini kaybetmiştir. İngiltere artık, adalarının savunması bakımından Fransa'yı hesaba katamaz. İtalya Mussolini'nin yönetiminde şüphesiz önemli ölçüde yükselmiş ve ilerlemiştir. Mussolini, gelecek savaşa katılmaktan kaçınırsa, İtalya'nın dış görünüşündeki büyüklüğün yarattığı tehditten yararlanarak, barış konferansı masasında ana rollerden birini oynayabilir. Ama, korkarım ki, İtalya'nın bugünkü şefi, bir Sezar rolü oynamanın cazibesine dayanamayacak ve İtalya'nın bir askeri güç olma yeteneğinden uzak olduğu gerçeğini hemen ortaya koyacaktır. Amerika, tıpkı geçen savaşta olduğu gibi, tarafsız kalamayacak ve Almanya, Amerika'nın savaşa katılması sonucu yenilecektir. (...) Avrupa'da patlayacak savaşta, zafer kazanacak olan İngiltere, Fransa ve Almanya değil, fakat, Bolşevik Rusya olacaktır." (Cemal Erginsoy, Atatürk'ü Araştırma Merkezi Dergisi, sayı 2, s. 538.)
    
Amerikan dergisi, bu konuşmayı "hayret verici kehanet" olarak vasıflandırıyor. Sonradan gelişen olayların, bu yorumları 'yüzde yüz' oranında doğrulamış olması karşısında, dergi, daha başka nasıl bir niteleme yapabilirdi?
    
Arnold Toynnbee diyor ki: "Bir an için tahayyül ediniz ki: Batı dünyasındaki rönesans, reformasyon, bilim ve düşünce ihtilali, Fransız inkılabı ve sanayi devrimini, Atatürk, bir insan ömrüne sığdırmıştır." (s.559)

    
Prof.Dr. Herbert Melzig diyor ki: "Büyük Yunan filozofu Platon'un, 'Krallar filozof olsa ve filozoflar kralların tahtında otursaydı...' şeklindeki dileği, iki bin yıllık tarihte gerçekleşmedi. Halbuki, 20. yüzyılda ilk defa olarak Atatürk'ün şahsında Platon'un istediği gibi kelimenin tam anlamıyla bunu görmekteyiz. O, dâhi bir fikir adamı olarak bir miletin, yani Türk milletinin mukadderatını ele almış ve bu milletiyle atıldığı Kurtuluş Savaşı, bu milletin medeni durumunu değiştirmiş bir inkılap ve diğer milletlerin haklarını da koruyan barış ile insanlığa muhteşem bir örnek vermiştir."

Kaynak : Bilimbilmek









TÜRK TARİH TEZLERİ






Cumhuriyet Devri Atatürk, Türk Tarih Kurumu’nun kurulması için direktif verdiğinde (1932) şu hususların üzerinde durulmasını istemişti:(1)


1- Türklerin İslamiyet sonrasındaki tarihleri bir hayli araştırılmış ve okutulmuş olmasına rağmen, daha önceki devirlerin tarihi karanlıkta kalmıştır. Ağırlık bu çağlar üzerinde olmalıdır;

2- Türklerin medeniyete katkılarını Batı inkar etmiş, Türklerin imajını daha çok savaşçı ve hatta “barbar” olarak işlemiştir. İlk medeniyetlerde (Sümer, Elam, Etrüsk gibi) ve İslam Medeniyetinde ise Semitik ve Aryen (Hint-Avrupa) kavimlerine pay verilmiş, Türkler yok farz edilmiştir. Türklerin o çağlardaki rolü de belirtilmelidir;

3- Türklerin anayurdunun Orta Asya olduğu ve o coğrafyada bugün de Türklerin yaşadığı anlatılmalıdır;

4- Türklerin ırki yapıları ve brakisefal kafatasının özellik olarak önemi:(2)


Türk Tarih Kurumu’nun ilk kadrosu, Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Dr. Reşit Galip, Prof. Dr. Hasan Cemil Çambel, Prof. Şemsettin Günaltay , Kazanlı Prof. Yusuf Akçora ile Prof. Sadri Maksudi, Azerbaycanlı Prof. Ahmet Ağaoğlu , Atatürk’ün manevi kızı Dr. Afet İnan'dan oluşuyordu. 

Çalışmalarda Prof. Dr. Fuat Köprülü, Başkurt Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. Şevket Aziz Kansu, Ahmet Cevat Emre, Dr. Hamit Zübeyir, Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık, Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç, Prof. Besim Atalay katkıda bulunuyorlardı. Kongrelere davet edilen Avrupalı Ön-Tarih uzmanları (özellikle Prof. E. Pittard, Landsberger, Eberhard ) Türklerin ırkı ve ilk medeniyetleri üzerindeki rollerini belirtmişlerdir. Kurum Türk Tarih Kongreleri düzenlemiş, Belleten bültenleri ve eserler (3) yayınlamıştır. İlk iki Kurultayın toplantılarını Atatürk bizzat izlemiştir. 

Prof. S. Maksudi ile Prof. Z. V. Togan’ın, 1917’lerde Rusya’da (UFA Kongresindeki) siyasi çatışmalarının devamı gibi gözüken ,kürsüden tartışmasına Atatürk müdahale ederek Dr. R. Galib’in araya girmesini istemiştir. Tarihi ,farklı iddialar (okul Tarih kitaplarına da geçen ve Türk göçlerini “Turan İç Denizinin kurulmasına” bağlayan) ve S. Maksudi’nin desteklediği tezle, bunun aslı olmadığını, bu çapta bir kurumanın çok daha eski jeolojik çağlarda cereyan ettiğini söyleyen Z. V. Togan’nın tezi ,kürsüde siyasi bir şekle dönüşmüş, (4) Z. V. Togan’a yeniden söz verilmeyince istifa edip Almanya’ya (Bonn Üniversitesine) gitmiştir.



O devrin tarih faaliyetleri arasında İslam medeniyetinin Türk dahileri Farabi, ve El Biruni’den ayrıca İbni Sina etraflıca işlenmiştir. Cumhuriyet’in ilk devrinde hazırlanan İlkokul, Orta Okul ve Lise Tarih ders kitapları Atatürk’ün çizdiği yönde yayınlanmış ve okutulmuştur. Anayurt Orta Asya, kuraklık sonucu Türk göçleri, Türklerin brakisefal kafatası özellikleri (5) ve İlk medeniyetleri “kuruşları” etraflı olarak öğretilmiştir. 

Yayınlanan Belletenler ve Türk Tarihi Kongreleri bu tezleri “ilmi” olarak işlemişlerdir. Ancak Türkiye’de tarihçi olmayanlar -hatta bazı tarihçiler- bu iddiaları abartmış, dünyadaki her medeniyetin Türklerin eseri ve tarihte her adı geçen nerdeyse her kavmin (Helenler, Romalılar, Keltler…vb.) Orta Asya Türk kökenli olduklarını ileri sürenler olmuştur.

Bu gidişe tepki olarak 1939’dan sonra yazılan eserler ve toplanan Kongreler, gerçekten Türklerle bağlantısı olan Sümerler ve Etrüskler gibi medeniyetlerden ya hiç söz etmemiş, ya da ‘belki’li tereddütler öne sürmüşlerdir.  Artık Hun, Göktürk ve Osmanlı tarihleri üzerinde daha çok durulmuş, daha dengeli bir tarihçilik belirmiştir. 

1960’lardan sonraki tarihçiler içinde Selçuk ve Osmanlı müesseselerini açıkça veya dolaylı olarak Yunanlıların etkisine bağlayanlar (Ekrem Akurgal, Bozkurt Güvenç vs. ve Turgut Özal imzalı “La Turquie en Europe” kitabı, Paris, Plom 1988) ve Orta Asya bağlantısını arka plana alanlar (özellikle 1968’den itibaren) olmuştur.

2000’li yıllarla birlikte ve özellikle 700. yıl dönümü dolayısıyle Osmanlı tarihini ele alan eserler yayınlanmıştır. (Yeni Türkiye’nin 12 ciltlik Osmanlı Tarihi, birçok yayınevinin Osmanlı Tarihi ve Hammer tarihinin yeni ve tam basımı gibi). (6)



Türk’ün Adı ve Adları (7)


T+R ; “Türk” adının çeşitli şekillerini, tarih boyunca değişikliklerini, Türklere takılan farklı adları ve anlamları iyi anlaşılmadığından karmakarışık isimler yanlış sonuçlar vermiştir. Türk’ün “TÜRK” adı tartışmalı bir konudur. Önceleri bunun ancak 6. yüzyılda Göktürklerle başladığı sanılmıştı.

Çinli’lerin “Tukü-e” (Tukyu) şeklinde yazmaları okunup da, ardından Orhun yazıtlarının çözülmesiyle, asıl adın “Kök-Türük” (Göktürk) olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak, “Türk” kelimesinin çekirdeğini oluşturan “T+R”, bazen de “T+R+K” (veya sadece “T+K”) sesinin daha eski kayıtlarda keşfedilmesi bu adın 6. yüzyıldan önce de kullanılmakta olduğunu gösteriyor.

Bu eski izi, MÖ. 1400’lerde de yakalıyoruz: Türk’ler Orta Asya’dan doğrudan doğruya (veya Sümer ilinden geçerek) önce Kars civarlarına gelmişler, sonra Ege kıyılarına kadar göçüp, orada denizci bir toplum haline gelerek Akdeniz’e iyice açılmışlardır. 

Mısırlılar onlardan tarihlerinde, “başlarında tüyler takılı “Turuşka” deniz savaşçıları” diye bahsetmişlerdir. Hintliler bugün bile Türklere “Turuşk” ve “Turuhka” dediklerine göre Mısırlıların MÖ. 1400’lerde kullandıkları “Turuşka” adının “Türk” kelimesinin bir şekli olduğunu kabul edebiliriz.(8) Ön Asya çivi yazılarında da var.

Turuşka’ların bir başka göçü İtalya’nın kuzey-batı bölgesine yerleşen ve MÖ. 800’lerde ünleri iyice parlayacak olan “Etrüsk”lerdir.  Sonradan Romalıların taktıkları, kelime başı harflerini atarsak, “(E)Trüsk” kavim adıyla ve soykütükleri olan (R asena-Asena) bozkurt totemiyle karşı karşıya kalırız.


İşte bu “TRÜSK” adı, “TURUŞKA” gibi, Türk adının en eski izidir. Etrüsk’ün İtalya’daki diğer izleri de hep (E) ile değil (T) ile başlar: yaşadıkları toprakların adı “Tuskan” idi (bugün de “Tuscany” denir). Kıyılarıyla başlayan denizin adı -bugün de- “Tirhen”dir. (9) “Tirsen” ve “Turski” adlara da rastlıyoruz.

Çin’e girip, Çinlileri MÖ. 1100’den 400’lere kadar yöneten Türk kökenli Çu/Su/Çeu sülalesinin yıllığında ve Hintli Aryen’lerin “Avesta” destanlarında “T+R”li kavim adları vardır. Çin kayıtlarında M.Ö. 1100’lerden itibaren ve özellikle MÖ. 1328’de kuzeyli kavimler arasında gösterilen Tu-Kue, “Tik” ve “Ti”lerin de “Türk”-Tu-çüe’leri ifade ediyor olabilir.

Sinolog L. K. Katona’nın 1966’da Sinologların Uluslararası Kongresinde verdiği bir tebliğde, Çin alfabesineki “r” harfinin eksikliğini bir kere daha -örnekleriyle- kanıtlamıştır. “T” ile başlayan çeşitli “kuzey boylarının”, sonunda hangi ekler gelirse gelsin, “T+r” şeklinde okunması doğrulanmış oluyor. “Ti” ve Tik!in bir başka şekli de in arşivlerinin Toba (Topa)lardan sözeden kısmında Tu-Ku oymağının ve Hyung-nu hanedanının Tu-Ko menşeinin “r” ile okununca “Turka” adı ortaya çıkıyor.

Türkistan’ın Semerkant yakınlarında “Tukhs” ve Tukhsici” adındaki köyler (YAQUG, I, 828), Eşgil Bulgarlarının “Tukhsi” olarak anılması (İbn Fadlan 221, 222) Gene Çin’de, De Groot’un sözünü ettiği “Tok-sin” ile “Tik”lerin bir kolu olarak gösterdiği (28-29) “Tso”lar, Sarı Yugar Türklerinin Kansu’da “Türgüş” ve “Togşı/Tukhsi” boyları (ZVT, 433, not 164) “r”li “r”siz telaffuzuyla “T+S+K” isim şekillerinin ne kadar yaygın olduğunu gösteriyor.

Yunanlılar çağında da böyle izler buluyoruz: M.Ö. 480’lerde yaşamış olan ünlü tarihçi Herodot’un, “yurkae” ve “targitoes” diye yazdığı adın, 2. Plinius ile P. Mela’da “turkae” şeklinde geçmesi, artık açıkça “Türk” adını çağrıştırıyor.(10)

Truvalılarda “Tenkri’ler” boy ismine rastlanıyor.(11) Truva’da ilk tabakalardaki halkın Türklerle akraba (Pelaj’lar - Pelasg) tahmin ediliyor. Doğrudan doğruya Pelajlarda da “Turxum” şeklinde bir isme rastlıyoruz.(12)

Bu kadar farklı yazılışı ve söylenişi olan Türk adının asli şekli ne olabilir? Benim de katıldığım Prof. Z. V. Togan’ın görüşü, kök kelimenin “TUR” veya “TÜR” olduğudur.(13) Bunu “TURAN” kelimesinde görüyoruz. İranlılar (Persler, Medler) Türklere “Turani” derlerdi.(14)

“TUR” ismine eklenen “an” eki tartışmalıdır. İlk akla gelen, “ülke” anlamıdır. Bugün de “İr+an, Afganist+an, Hindist+an, Özbekist+an, Türkist+an” şekli, ülke anlamlı olarak kullanılıyor. 

O zaman “Turan”, “Tur’ların ülkesi” demek oluyor. Ancak, bir başka yoruma göre, Farsça’da ve Macarca’da “an”, çoğul eki olarak da kullanılıyor. Bunu kabul edersek, “Turan”= “Turlar”- yani millet adı oluyor. Eğer “Tur” yerine “Tür” şeklini alırsak, Hint-Avesta efsanesi dilinde “ik”in veya sadece “K”nın o çağlarda yaygın olarak çoğul ifade ettiğini, böylece ismin “Türk=Tür’ler” olduğu sonucuna varırız.  Az sonra da göreceğimiz gibi, millet adları çok kere “türemek”ten ve “insandan olma” şeklinden oluştuğuna göre bu yazılış ve söyleniş kuvvetli bir ihtimaldir.

M.S. 420 ve 515 tarihli Pers metinlerinde (ayrıca, 580’lerin Bizans kaynaklarında) artık şimdiki şekliyle “Türk” adı geçiyor (İslam Ansikl. 127/43).  Oğuz Kağan destanı da, Hun çağını anlattığına göre, Kağan’ın tahtının yanıbaşında bulunan bilge “Uluğ Türk”ten sözeder. Artık “TÜRK” adı, şimdiki şekliyle yaygınca kullanılmaya başlamıştır. “Türk” adının Türkler tarafından resmi devlet adı olarak ilk kullanılışı ise “Kök-Türük” şekliyle, 552 yılında ve Göktürklerce olmuştur (Doerfer).

Türk adı, önce bu iktidarın tekelinde olarak başlamışsa da, daha sonra Göktürk kağanlarının bir araya getirdikleri bütün Türkçe konuşan topluluklara (“Oğuz, Dokuz Oğuz, Kıpçak, Karluk, Kırgız, Türgiş, Töles, Tarduş, Basmıl, Bayırku, Kurukan, Toğra gibi boylara) da teşmil edip hepsine birden “Türk Budun” (Türk Milleti) adını verdiler. “Türk” adı zamanla bütün Türk soyundan olanların ortak adı olmuş, milli ad haline gelmiştir.(15)

Türk’ün ilk doğuşundan beri demek ki, “T+R/T+R+K” sesli bir ad,(16) çok temel bir soy-ırk adı olarak vardı ve 6. yüzyılda da artık devlet ve millet adı haline de gelmişti. Kökü TUR veya TÜR olan bu isim, yalnız Altaylardaki ve bozkırlardaki ilk Türklerde değil, Hazar denizi civarından Orta Doğu’ya, Yakın Doğu’ya ve Akdeniz’in iki kıyısına, ayrıca Hindistan ve Tanrıdağ bölgelerine de yayılan Ön-Türklerde bile sık sık rastlanıyor.  “Türük”, “Törük” gibi şekilleri de var.(17) 

Türk toplumu tarih boyunca başka isimlerle anılmış olmalarına rağmen, temelde hepsinin soy adı olarak “TÜR” “TUR” veya “TÜRK” kelimesinin bulunduğunu yukarda gördük.  Şimdi bu adın anlamına bakalım. Burada da karanlık hüküm sürüyor. Dilciler bir birinden ayrı tezler ileri sürüyorlar. Sosyal bilimler açısından en güvenilir olanı, “TÜR” kökünden, “türemiş”, yani “cins-ırk”, “insan”, “yaratık” şeklindeki izahtır.  Sosyal antropologlar, dünyada her toplumun kendine ilk yakıştırdığı adın “insan” olduğunu ispatlamışlardır. (“insan” olma özelliklerini farketmelerinden olacak). 

Tür-Türük-türemiş, yürümek’ten Yürü-Yürük gibi çekimler almıştır demişlerdir: (A. Vambery, J. Deny, F. Sümer ve kısmen Z. V. Togan). Epey revaçta olan bir başka nazariyeye göre Türk, “güçlü, kuvvetli” anlamındaki “Törük” kelimesinden doğmuştur. Eski Türk yazıtlarında ve Uygur kaynaklarında “Türk” kelimesi bu anlamda sıfat olarak kullanılmıştır (bu görüşte olanlar: F. W. K. Müller, A. v. LeCoq, V. Thomsen, Nemeth, L.Bazin, L. Rasonyi, Y. Öztuna vs.)

Bu nazariyenin aksi de düşünülebilir; Türkler “Türk” adıyla tanındıktan sonra, güçlü kuvvetli oluşları yüzünden ismi hasları, sıfat olarak dile girmiş olabilir.  Fransızların “Fort comme un Turc” (“Türk gibi kuvvetli”) atasözünde olduğu gibi (Farsçada “türk”, “güzel” anlamında sıfat olarak kullanılır).

Zayıf olan diğer nazariyeler ise şunlardır;  Miğfer” (Çin kaynaklarından biri)“Terkedilmiş” (Arap kaynaklarının bazısı)olgunluk çağına erişmiş (Divanü-Lûgat-it Türk)türeli, töreli, kanun ve nizama bağlı (Z. Gökalp, Barthold); bir devletin tebası olan halk (G. Doerfer);  Tur/Tuz, intizam (İran destanları) vb.




Türklerin Kullandıkları Başka Temel İsimler

1. “S” Köklü İsimler

İlk doğan (Türkmenistanlı ve Harezm-Maveraünnehirli) “Ön-Türkler”, temelinde “S” sesi olan adlar kullanıyorlardı. Bu “S” sesine eklenen sesli harf, kah kendilerince, kah komşu kavimlerce çeşit çeşit olabiliyordu. En eski şekli “Su” olsa gerek; Su-var (Subar, sonraki Sabır, Sabir, Sibir) ve Su-mer gibi. Tek başına “Su” adının ve bundan türeme veya bozulma “Sus”, “Şu”, “Çu”, “Çeu” şekillerinin de kullanıldığı görülüyor. Daha sonra “Sa”, “Sa-ha/Saka” ve “Skt” adları da belirmiştir fakat kök hep bu ilk “S” sesidir. “S”li ses veren adların Ön-Türklerde bir yandan Mezopotamya’dan Çine, öte yandan Akdeniz’e ve Karadeniz’in kuzeylerine kadar yayılmış olması Türkler arasındaki önemini gösteriyor. 

Bu “ilk doğan” Türklerin ilk doğum ve sonraki yerleşme yerleri -dağlı ve bozkırlı olan İlk-Türklerden farklı olarak- hep büyük “su”ların civarlarında, kıyılarında veya aralarında olmuştur. Balkaş-Aral gölleri, Hazar denizi (Batıdan göçüşü anlatan en eski Türk efsanelerinde “Büyük Deniz/Su”), Maveraünehir (İki-Nehir Arası=Seyhan/Ceyhan) ve gene iki nehir (Fırat-Dicle) arası. Daha sonraları görülen “To-Sa” adı belki de Tur/Su kaynaşmasının ifadesiydi. Ön Türklerin bir koldan akrabası olan Urallı “Finler”, yüzlerce gölle kaplı Kuzey yurtlarına göçtüklerinde ülkelerine “Su-omi” demişlerdir. (bugün de bu ismi kullanırlar).



2. “Kh” Köklü İsimler

Altaylar’da doğan (2. doğuş) “İlk-Türkler”, Çin arşivlerinden ve sonraki Türk belgelerinden öğrendiğimize göre “h” ve “kh” sesli isimlerle anılıyorlardı. Çin kayıtları bu isimleri Hu, Hyen-yen, Hıyungnu, Kun ve Hun gib çeşitli sesli ideogramlarla yazıyorlar. Bu isimlerin anlamı henüz aydınlanmamıştır. “Khu”=insan, “Kun”=güneş ve halk, “Kyung”nu= Koyunlu gibi izah denemeleri belki de yakıştırmadan öteye gitmez.

Tarihçi N. Atsız, “Hun” adını “Kun=Koyun”, “Hyungnu”yu da “koyunnu/koyunlu” olarak çözmek istemiştir.(18) Bozkırlı Hunlar ve onların torunları diye iddia edilen Oğuz-Türkmenlerde “Akkoyunlu” “Karakoyunlu” gibi aşiret ve devlet isimleri olduğundan, iddiasının doğru olması ihtimali vardır.

Eğer Kun ;“Tur”daki “u” harfinin “Tür” olarak değişikliğe uğraması gibi, “Kun”da “kün” olarak okunabilirse, “Gün” ve “Güneş” anlamı çıkar (eski Türkçede güneş “KÜN” şeklinde söylenirdi ve “Tek Tanrının sembolü” sayılırdı. (Kızılderili medeniyelerinde de KÜN=güneş. Bu yorum da bir varsayımdan öteye gitmez.



3. “Og” “Ok” Köklü İsimler

Kuzey Türkleri daha sonraları “Oğuz” ve “Oğur”lar olarak da tanınacaklardır. Bizce bu sadece “kabileler” (boylar) demektir. “Oğ/Ok” Türkçede daima bu anlamda kullanılmıştır ve hakim olan (yay sahibi, yönetici, tahttaki olan) tebalarına, kabilelere, statülerinin simgesi olarak “ok” yollar. Türkçede en eski çoğul eki “R” sonraları (Çuvaşlar ve Sahalar hariç), “Z” (daha sonra da “ler-lar”) şekline girmiştir. Şu halde “Og+r” ve “Oğ+z”, boylar, kabileler demektir. “Kutrigur”lar, “Onogur”lar, Dokuz Oğuzlar…vb. bazen “o” düşmüş, sadece “Gur”lar, “Guz”lar şekli kalmıştır.


4. “Türkmen” Adı

“Oğuz” ve “Türkmen” isimleri, kimilerine göre aynı, kimilerine göre ise ayrı iki kavmin adıdır. Prof. Z. V. Togan bu konuya şu açıklığı getirmiştir: “Herhalde Türkmenlere „Oğuz denilmiş, fakat hakiki göçebe Oğuzlara „Türkmen denilmemiştir” (a.g.e., 187, 188).

Prof. Faruk Sümer, sırf Oğuzlara tahsis ettiği eserinde, ayırımın daha çok din açısından olduğunu belirtiyor: “Oğuzlar’dan Müslümanlığı kabul eden zümrelere, onları gayrımüslim kardeşlerinden ayırt etmek için, Maveraünnehir Müslümanlarınca „Türkmen adı veriliyordu.” (a.g.e., s. 51).

Bu adın kullanılış sebebi de, Orta Asya’da ilk defa Müslümanlığı kabul eden bir Türk boyunun “Türkmen” adlı oluşundandı (bu Türk boyu Balasagun civarında yaşıyordu). O ad, Orta Asya’nın Müslümanları arasında “Müslüman Türk” anlamına geliyordu. Bu hususun büyük Türk ilim adamı El-Biruni tarafından da (19) doğrulanmış olması kabulune sebep olmuştur.

Oğuzlar, yarı göçebe, yarı yerleşik olan Müslüman Türkmenleri “yatık/tembel” saydıkları için bu adı, kendileri Müslümanlığı kabul ettikleri zamandan sonra da kolay kabul etmemişler veya “Oğuz” kimliklerini unutmamışlardır. Ancak 13. yüzyılın başlarından itibaren her yerde “Türkmen” “Oğuz’un” yerini almıştır. (bugün de konar-göçer yörükler, konar-göçer de olsalar Türkmenleri kendilerinden farklı saymaktadırlar). “Türkmen” adının etimolojisine gelince, burada da farklı görüşler vardır:

Birinci görüş 11. yüzyılda yaygındı. El-Biruni ile Kaşgarlı Mahmud’un da (20) az çok katıldıkları bu teze göre, “Türkmen” ismi, “Türk” adıyla Farsça “manend” (yani “benzer”) ekinden oluşmuş, çünkü Türkmen’ler “Türk’e benziyormuş”.

Benim tahminime göre bu yakıştırma gene din farklılığından gelmiş ve Türklerin çoğunluğu henüz Müslüman olmamışken Müslüman bir aşiret olarak ortaya ilk çıkan Türkmenler, “öteki Türklerden ama, dinleri ayrı, gene de diğerleriyle bir bağları var” ön intibağından doğmuş olabilir.

İkinci izah bu tahmini doğrular niteliktedir: Ibn Kesir’le Mehmet Neşri’ye göre (21) “Türkmen” ismi “Tür-i iman” kelimelerinden galattır. Daha yeni ve Deny, Minorsky gibi ünlü yabancı türkologlarca ileri sürülen bir teze göre ise, (22) “sondaki “men” eki Türkçede abartı eki olduğundan (kocaman, şişman, azman… gibi) “Türkmen” sözü de “tastamam, öz, kocaman Türk” anlamına geliyor. 

Akla gelen bir başka “yakıştırma”, “men” ekinin “men=ben” izahıdır, yani “Türk/ben” (R. O. Türkkan). Belki kanıt bulamadımsa da, en doğru izah bu olabilir.



Türklerin İlk Anayurdu, Yurtları, Yaşadıkları Yerler ve Yayılmaları (Ayrıca Tabiat ve İklim Özellikleri) Metodoloji

Konu üç aşamada ele alınmalıdır:

1. Bugün (23) Türklerin yurtları, ülkeleri ve yaşadıkları yerler;

2. Tarih Çağlarında: Türklerin egemen oldukları, yurt edindikleri ve yaşadıkları yerler;

3. En Eski/İlk Atayurt-Anayurt: bir başka ifadeyle Türklerin “doğum yerleri”. 


Burada iki ayrı cevap vardır ve ikisi de doğrudur: “Ön-Türklerin” (Proto-Turks) ve “İlk-Türklerin” (Pre-Turks) Ata/Anayurtları.


Bu sorulara cevap aranırken, sade lenguistik dil tahlilleriyle iz sürmek yeterli olmayabilir, hatta yanıltabilir de. Antropolojik/genetik deliller de bazı devirlerde maksadı karşılamıyor: Tarih-öncesi çağlardaki fosiller çok az olduğundan sade bunlarla o bölgenin kimlerin yurdu olduğunun tespiti zordur. Tarihi kayıtlarla Türk ve yabancı efsaneler ise ancak belirli bir bölgeyi ve zamanı aydınlatabilir. Çözüm, bu disiplinlerin hepsini, tabii mevcutsa, kullanmak ve örtüştükleri kısımlarda karşılaştırmalarla doğruya yaklaşmadadır.

,

Bazı Kabuller Sorunu

Hangi toprakların Türklerin Ata/Anayurdu olduğunu, veya “yurdu” haline “girdiğini” veya “çıktığını” anlatırken, “Türkler” dediklerimizin Türk olduklarını şüphesiz ki kabul etmekle başlamak zorundayız. Bu “kabul”, Ön-Türklerin ; (Anav, Sumer, Elam, Mohencadaro, Menes, Hatti, Lid, Pelaj, Turska- Olmek, Turska-Etrüsk, Su/Şu/Çu ve Saka/İskit) ; ve İlk Türklerin de ; (Afanasyero, Andronov, Hyung-nu, Hun) ; doğdukları ve yerleştikleri yerlerin şu aşamada “Türk Yurdu” sayılıp sayılmamasının bir çözüm yoludur.

Saydığımız bu “Göktürk öncesi” toplumların hemen hepsinin Türklüğü tartışmalıdır. Aksini iddia eden hem Türk, hem de yabancı tarihçiler bir haylidir ,kabul edenler de.  Bunun tartışmasını “Türklerin Yurtları” bölümünde yapmak, konuyu karıştırıp uzatacağından kabulle işe başladık; soy meselesini de “Türklerin Soyu/Menşei” bölümünde ele almayı tercih ettik. Her iki tarafın tezlerini de ortaya koyduktan sonra, hangi kavimlerin Türklük kanıtlarının daha ağır bastığını o bölümde izah ettik. (Yurtların Türk kimliğiyle bağlantısı böylelikle bir başka bölümde bilimsel bir şekilde konu edildi.)




I. Bugünkü Ana Yurt Durumu

Demirel'in Cumhurbaşkanlığı sırasında sık sık kullandığı bir slogan Türklerin coğrafyasını şöyle özetliyordu: “Adriyatikten Çin Seddine kadar”.  Bununla herhalde, 1885'de Vambery'nin de söylediği gibi, Türkçe konuşulan coğrafya kastedilmiştir.(24) Türkiye Dış İşleri Bakanlığına bağlı TİCA'nın 1996'da Londra'da yayınlanan “The Turks of Eurasia” kitabında biraz daha geniş bir özetle, Türklerin bugünkü yurtları “Avrasya” olarak tanımladıktan sonra sınırları şöyle çiziliyor:

“Avrasya, dağ silsileriyle, ormanlarla ve çöllerle sınırlıdır. Avrupa'nın ve Asya'nın parçalarını kaplayan 8000 kilometrelik bir alandır. Batıda Macaristan'dan başlayıp, Ukrayna ve Orta Asya'dan geçerek, doğuda Mançurya'ya kadar uzanır…“Bu yurdun doğuda karlarla kaplı Tiyanşan (Tanrı Dağları) silsilesiyle, batıda da ulu Ural dağlarıyla kapatılmıştır. Kuzeyde Avrasya bozkırları Sibirya ormanlarına, Tayga'ya; güneyde ise Karakum, Taklamakam ve Gobi çöllerine dayanır.” (s. 7 ve 16).  Bunun ölçümlerininse 45 tul ve 65 derece arz diye verirler: J. P. Roux (Orta Asya 22-35) ve N. Atsız (Türk Tarihi üzerine Toplamalar, sah. 2.)

 [ Devleti ve sınırları koruyan askerlerin taktıkları miğferede Tulga denir. DUB ise Sümerce "kil levha", Türkçe TUP varyantı ise "pişmiş kerpiç-Tulpa (tuğla)" anlamı taşır. Tul kelimesini Etrüskler'de aynı anlamda görüyoruz:"sınır"(tular rasnal, public boundaries) . ( Prof.Dr.Firudin Celilov: "İki il öncə bunu paylaşmışdım, tular (sınır) sözü ilə bağlı çox maraqlı yorumlar oldu, özəlliklə Adnan Atabek bəyin Anadoluda tarla sınırına tul deyilməsini örnək verməsi mənim üçün çox önəmli bəlgə oldu." ... "Yetkililerin ve bilirkişilerin imzalamasıyla resmî bir hüviyet kazanır. îdendifikasyon krokilerinde resme çıkmamış veya görünmeyen sınırlar röperlenmek suretiyle belirtilir. Kıymetlendirmedeki kontrol için bazı ara TULLER çekilir. Toprağın kültür cinsi (Bağ, bahçe, tarla, v.ş.) notedilir. "....TMMOB Harita ve Kadastro Mühendisleri Odası, tarafından kullanılan kelime de "Tul" :(kaynak)  -SB ]

Bu coğrafyada 1987'den beri gezen Modern “Evliya Çelebi” John Lawton, romantik bir uslüpla Türk yurtları hakkında imtibalarını şöyle anlatıyor: “Bu muhteşem arazide dolaşıp durdum, sihirli kentlerini tekrar tekrar ziyaret ettim ve şimdi bağımsızlığını kazanan Türk Cumhuriyetlerinin, hatta Çin’in Sincan Uygur Otonom bölgesinin de ışıl ışıl halklarıyla içiçe karıştım… Bu geziler (ciple, otobüsle, trenle) fevkalade düşleri mayalayan şeylerdir” (a.g.e., s. 12).

Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsünün “Türk Dünyası El Kitabı” adlı dev eserde (1976, 1992) bugünkü sınırları biraz daha geniş şekilde şöyle çiziliyor:

“Bugün Türkler, kabaca, batıda Balkanlar’dan, doğuda Büyük Okyanus’a, Kuzeyde Kuzey Buz Denizi’nden güneyde Tibet’e kadar olan geniş bir sahada yaşarlar. Bu geniş saha dahilinde Türkler, iki yerde büyük ve yeknasak topluluklar teşkil ederler. Bunlardan biri Türkiye, diğeri de batı kısmı Rusların [1990 tarihinden beri] bağımsızlığına kavuşan dört Orta Asya ve bir Kafkasya’daki Türk Cumhuriyetlerinin (25) doğu kısmı Çinlilerin idaresinde olan Türkistan’dır. Bu iki birlik, aralarındaki intikali sağlayan… Azerbaycan ile beraber, Batı Trakya’dan Moğolistan hududuna kadar hemen hemen kesintisiz bir Türk nüfus sahası vücuda getirirler. Bunun dışında Türklerin topluca yaşadıkları diğer yerler, Tatar, Başkırt ve Çuvaş boylarının ve Fin-Uygur kavimlerinin yaşadığı İdil-Ural bölgesi, Yakutistan ile Altay dağları-Baykal gölü arasındaki Altay, Hakas ve Tannu-Tuva bölgeleridir.

“Kesintisiz Türk nüfus sahası” denilen yerlerin dışında Türkler tarihi yayılmalar sonucu, şu yerlerde de yaşar: 

Yugoslavya’da, Makedonya ve Üsküp bölgesinde, Priştine’de Polonya’da, Romaya’da (Dobruca ve Besarabya’da) Bulgaristan’da (Deliorman, Mestanlı-Kızanlık, Filibe, Pilevne ve Varna’da), Yunanistan’da (Batı Trakya), Kıbrıs’ta bazı Ege adalarında, Irak’ta kalan Kerkük’te, Suriye’de (Azez, Münbiç ve Lazkiye) ve Afganistan’ın kuzeyinde ve İran’ın Kuzeyinde ve Güneyinde. Bunlara ilaveten, Türkiye’den yakın tarihte göçmüş Türklerin Almanya’da, Avusturya’da, Fransa’da, İngiltere’de, İskandinav ülkelerinde, Amerika’da, Kanada’da, Avustralya’da ve Libya’da yoğun olarak yerleştikleri yerleri de sayabiliriz. Bütün bunlara “Türklerin bugünkü yurdu” diyemeyiz ama, “bugün yoğun olarak yaşadıkları yerler” tanımlamasını kullanabiliriz.


Türkler hakkında yazılan eserlerin hemen hepsinde yurtlarıyla ilgili çok ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.  Mesela Fransız Türkolog Jean Poul Roux, “L’Asie Centrale” 1997 (Türkçesi “Orta Asya-Tarih ve Uygarlık”, 2001) adlı eserinde Türk yurdunun iklim varyasyonlarını, kuzeyde sert kışlar -35°C, ılık yazlar 20°C, güneyde kışın ortalama 8°C, yazın 26°C olarak verdikten sonra Doğu Türkistanın (Sincan’ın) ölçümünü 1.646.000 km2 olduğunu belirtir. Orta Asya’nın bozkırlarını, vahalarını, dağları ve her birinin geçitlerini de teker teker sayar (s. 22-35).


Ünlü Türkolog René Grousset de “L’Empire des Steppes” adlı klasik eserinde (Payot 1939, Türkçesi Bozkır İmparatorluğu, 2000), Bozkırların jeolojik ve iklim yapısıyla tarih bağlantısınıda “La Steppe et l’histoire” bölümünde kurar. Orta Asya’nın sert iklim şartlarını (eski Türkelinde, bugünkü Urga/Moğolistan’da, +38 den -42 ye varan farklılıkları) ve ülkeleri anlatır (s. 17-29). Grousset’ye göre gerek Türk (ve Moğol) bedenleri, gerekse son derece güçlü, sert dayanıklı ve savaşçı psikolojik yapıları bu acımasız iklimden ve coğrafyadan doğmuş (sah. 2) Leon Cahun de, ünlü eseri, “Introduction l’Histoire de l’Asie” 1896, uzun ayrıntılardan sonra aynı sonuca varıyor (s. 1-29). Her ikisi de Türklerin aslında çok farklı iklimlerde doğduklarını ve yaşadıklarını nedense gözardı etmişler. Bugünkü Türkler, tarih-öncesindeki ve tarih çağlarındaki sayısız göçleri sonunda yerleşip yurt edindikleri üç ana bölge şunlardır: (26)


1. Orta Asya’da “Büyük Türkistan” : Eski Sovyetlerdeki dört Bağımsız Türk Cumhuriyeti (Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan) ve Tacikistan’da, İran’da, Afganistan’da kalmış parçaları ile Çin’de kalan Doğu Türkistan (Sinkiang bölgesi);

2. İdil-Ural: Kırım’dan Ural dağlarına (Kazan’a) kadar ve hatta Yakuteli Sibirya;

3. Batı Oğuzeli: Azerbaycan (Kuzey ve Güney), Kuzey Irak (Kerkük), Türkiye (Anadolu ve Trakya), Kıbrıs ve bazı Balkan bölgeleri. Azınlık olarak bulundukları başka ülkeleri yukarda verdik.





II. Tarih Çağlarında Türk Yurtları ve Yayılmalar

A. Ön-Türklerin Yurt Kurmaları

1. Mezopotamya’da: 

Ön-Türkler doğum yerleri olan Aral-Balkal gölleri arasını terkedip, bir süre (birkaç yüzyıl) Maveraünnehirde iki nehir arası: Seyhun-Ceyhun ve Anav’da (Türkmenistan’da Aşkabat’a 40 km. mesafede) konakladıktan sonra Zagros dağları yoluyla güneye inmiş, gene iki nehir (Fırat ve Dicle) arasında, M.Ö. 4000’de Subarlar olarak Mezopotamya’da yurt tutmuşlardır.  Elam kolları daha doğuda, Körfez bölgesine yerleşmişlerdir.

Subarlar barajlar kurarak bataklıkları kurutunca, yurtlarını tarihin “Mümbit Hilal” (Fertile Crescent) olarak ünlenecek topraklar haline getirmişlerdir. M.Ö. 3600’de Ön-Türklerin arkada kalmış kolları da (Sümer’ler) Mezopotamya’ya göçüp Subarların devamı olarak yurtlarını geliştirmişlerdir. MÖ. 3000’lerde Büyük Tufan şehirlerini yerle bir edince bir kesinti devri yaşanmıştır. Az sonra Sümerler tekrar dirilmiş, büyük şehirlerini (Eridu, Ur, Uruk, Nippur, Kiş, Lagaş) ve tarihin ilk devletini kurmuşlardır. 

Ancak Kuzeyden ve Arap yarımadasından sürekli gelip baskı yapan Semit (Sami)ler sınırlarda yerleşmeye başlamışlar ve Akad devletini kurmuşlardır. M.Ö. 2350’de Sümer orduları Akad’ı alıp eski yurtlarına kavuşuyorlarsa da MÖ.2334’de Akadlı Sargon Sümer ülkesinin tamamına hakim oluyor. 

M.Ö. 2279’da Sümer tekrar egemen oluyor, fakat bu MÖ. 2100’lü yıllara kadar sürebiliyor. Semitler (Kalde ve Amorit Babilliler ) Mezopotamya’yı tamamen alıyor ve o topraklar, 3000 yıl sonra, Ön-Türklerin yurdu olmaktan çıkıyor. Elamlılar kısa bir süre için Babil’i ele geçiriyorlarsa da sonuçta bütün o bölgeler Arapların ve İbranilerin ülkesi oluyor. Ön-Türkler yurtlarından ayrılıp dört bir yana göçüyorlar (MÖ. 2000’ler).


B. Asya’nın Doğusuna Doğru Yurt Tutmalar

I. Hindistan’da : 
Sümerler Mezopotamya’ya kadar inerken (belki de Elamlıların Körfeze inmeleri sırasında) Ön-Türklerin bir kolu yola devam edip kuzey Hindistan’a (İndüs vadisine) ulaşmış, oraya yerleşip Mohencadaro-Harappa Kent-uygarlıklarını kurmuşlardır (MÖ. 3400).

Fakat MÖ. 2600 yıllarında parlayan bu uygarlık M.Ö. 1800’e kadar sürmüş, Ön-Türkler yerliler arasında eriyip yurtlarını elde tutamamışlardır. (Ancak 3000 yıl sonra Gazneli ve Babürlü Türkler Hindistan’da devletler kuracaklar, fakat oraları Türk yurtlarından olamıyacaktır).


II. Orta Asya’da : 
Semit yayılması karşısında binlerce yıl süren mücadelelerinden sonra Mezopotamya’dan ve Körfez bölgesinden ayrılan Sümerler ve Elamlar Türkistan’a yönelmişler, Tanrı Dağlarına kadar uzanıp oralardaki Toharlar gibi Hint-Avrupalıları sürmüş, yerleşip yurt edinmişlerdir (Ortadoğu’da kalanları Semitler arasında “asimile” olmuşlardır). 

Türkistan, daha sonra İlk-Türklerin de kuzeyden o taraflara kaymalarıyla bugüne kadar esaslı bir Türk yurdu olmuş ve öyle devam etmiştir. 2000’li yıllarda Türkistan’da Su/Şu adlarıyla devlet kuran Ön-Türkler, daha sonra (MÖ. 800-624) Saka-İskit adıyla ve İranlılara karşı “Turan” diye bilinen yurtlarını savunmalarıyla (İran-Turan Savaşları) yeniden tarihe girmişlerdir. 

Daha sonra (IV. yüzyılda) Büyük İskender’e karşı da Türkistan’da direnmişlerdir. Tanrı Dağlarında, İlk-Türklerle de elbirliğiyle, M.S. 552’de Göktürk imparatorluğunu kuranlar arasında olmuşlardır.  Çin’in kuzeybatısına M.S. 1050’de göçen ve Turfan medeniyetini kuran Uygur’lar M.S. 840’ta o toprakları bugüne kadar Çin işgalinde de olsa, Türk yurdu olarak tutmuşlardır.


III. Çin’de : 
“Şu” adlı Ön-Türkler, MÖ. 11. yüzyılda “Çu” olarak da tanınmış Çin’e akın edip orada Çin’in yarısını fethederek yurt edinmişlerdir ve Çin devlet-milletinin kurulmasında rol oynayan iki toplumdan (Şang’lar ve Çeu’lar) olarak rol oynamışlardır. Fakat, onlardan sonraki altı kadar Türk kökenli Çin Sülaleleri gibi onlarda MÖ. 221’de Türk kimliklerini kaybetmiş, Çinli olmuşlardır. Yerleştikleri topraklar da “Çin” olmuştur.

IV. Mısır’da : 
Mezopotamya Büyük Tufan sonucu altüst olunca Ön-Türklerin bir kolu oradan ayrılıp Mısır’a Nil Vadisi’ne göçmüş, yerli (Hamitik) halkın başına geçip M.Ö. 3315’de Menes (Men)’le başlayan ilk firavun sülalesini kurmuş, Sümer uygarlığını o ülkeye taşımışlardır. Fakat çoğunlukta olan yerli halk süratle bu yenilikleri benimsemiş ve millileştirerek Mısır medeniyetini kurmuşlardır. Böylelikle Baybars’a ,Türk Memlükler’e ve Osmanlı’lara kadar Mısır Türk ülkesi sayılmamış, 1918’den sonra gene Mısır olarak devam etmiştir.

V.Ön Asya ; Anadolu’da, Balkanlar’da ve İtalya’da : 
Orta Doğu’da (Mezopotamya’da) Ön-Türkler (Sümer-Elam) Semitik halkların yayılması, baskısı ve bir ara egemen olmaları devrinde (MÖ. 2300’lerde) Ön Asya’ya (Anadolu’ya) doğru göç kolları yolladılar (bir teoriye göre, Mezopotamya uygarlığı ilk Güneydoğu Anadolu’da Çatalhöyük’te başladı, Orta Doğu’ya, sonra da Anadolu’ya yayıldı)

Ön Asya’daki Ön-Türkler (kutsal kitaplarda “Hatti” adıyla geçer) birçok site-devletler (Alacahöyük gibi) ve parlak bir Tunç medeniyeti kurmuşlar, Orta ve Güney Anadolu’yu Anayurt haline getirmeye başlamışlardır. 

Ege kıyılarında Ön Türklerden sayılan Lidler (Lidya) ve Likler (Likya) ise Batı Anadolu’yu yurt edinmişlerdir (Lidler MÖ. 546’ya kadar Ege’de egemen olmuşlardır).

Marmara bölgesinde ve Balkanlarda ise, gene Ön-Türk kökenli oldukları tahmin edilen Pelaj’lar Çanakkale’de Truva’yı kurmuşlardır.

Ancak MÖ. 2000’lere doğru Hint-Avrupa (Aryen) kökenli Nezit’ler ve Luvit’ler “Hitit” olarak tarihe geçen İndo-Cermen bir kavim Kafkas’lardan Kuzey Anadolu’ya girmiş ve az zamanda dağınık Hatti’leri egemenliği altına toplayarak Anadolu yurdunu Ön-Türklerden almış, Hitit İmparatorluğu yapmışlardır.  MÖ. 1200’lere doğru, bu sefer Balkan’lardan yeni Hint-Avrupa akınları (Akalar, Frikler, Helen-Grekler) Hitit İmparatorluğunu çökertmiş, o toprakları kendi yurtları yapmışlardır. Truva da Aka’lar tarafından alınıp yıkılmıştır. (M.S. 1000’lerde Oğuz-Selçuk’ların Anadolu’ya göçedip yerleşmeleriyle Anadolu toprağı tekrar ve bugüne kadar Türk yurdu olacaktır). 

MÖ. 1000’lerin kargaşası ve baskıları sonucu Ege’deki Ön-Türk Lid’lerin “Turska” adlı denizci boyları M.Ö. 1000’lerde Akdeniz’e açılmış, bir kol İtalya’nın kuzey batısına yerleşip oraları “Etrürya” (Etrüsk-eli) adıyla yurt edinmişlerdir (Balkan’lardaki Ön-Türk Pelaj’lar da İtalya’ya Kuzeyden girip Etrürya’da Turska’larla birleşmişlerdir).  İtalya’nın büyük bir bölümünde egemen olan bu Etrüsk’ler MÖ. 400’lerde Latin “İtalyot”lara yenilince İtalya’daki Ön-Türk yurtları da son buluyor.

Ege’deki Lid’lerin bir başka “Turska” kolu, belki İtalya’ya gidecek olanlardan daha önce denize açılıyor, MÖ. 1100’lerde Amerika’ya (Meksika’daki ) Vera Cruz’e ayak basıyor ve orda “Olmek” adı altında büyük bir uygarlık başlatıyorlar. Etkileri Meksika’dan Peru’ya kadar uzanıyorsa da bin yıl içinde yerli Kızılderililerle karışıp kimliklerini kaybediyorlar.


VI. Arap Ülkelerinde : 
Tarihi devirlerde ve İslamiyet’ten sonra Suriye’de ve Mısır’da hakimiyet kuran Türkler artık Ön-Türk değil, “İlk-Türkler”le kaynaşıp “Türk” kimliği taşıyanlardı. Bu Arap ülkelerinde, Osmanlılar dahil, kurdukları egemenlikler ve devletler olmuşsa da buraları Türk yurdu olmamıştır.


C. İlk-Türklerin Yurt Kurmaları

MÖ. 2500-2000 yıllarında Altay dağlarının yayla ve eteklerinde dünyaya gelen İlk-Türkler, doğuda komşuları Sinid ırkıyla (Moğol, Tunguz, Mançu, Çinli), batıda da Hint-Avrupalı kavimlerle mücadele halinde olmuşlardır. Neticede, bugün Moğolistan denen bölgeyi kutsal saydıkları Ötüken-Orhun havzasını da almışlardır. Altaylardan Urallara kadar uzanan Güney Sibirya’da Hint-Avrupalı'larda (sonraki adlarıyla Slavlardan, Cermenlerden) ve Fin-Ugur’lardan ele geçirmişlerdir. Yerinde kalan bu kavimlerin aristokrasini ve kral tabakasını oluşturmuşlardır. Hyung-nu’lar, Hun-kun’lar, krali İskit’ler (Royal Scyths-Saka). Böylelikle bu topraklar da Türk yurdu olmuştur.

Çin devleti güçlendikçe İlk-Türkler kuzeyden akınlar yapmış, Çin Seddini defalarca aşıp Çin’in Çen, Çi sülaleri olarak egemen olmuş, fakat gene asimile olunca o toprakları (şimdiki Sincan/Sinkiang, Doğu Türkistan hariç) Türk yurdu haline getirememişlerdir. 

Hun imparatoru Mete Yabgu (Bagatur, belki Oğuz Han), Türk yurduna sokulup duran Moğolları yenerek onları Kuzey-doğu Sibirya ormanlarına sürmüştür. MS. 4.-5. yüzyıllarda Hunlar bölününce Batı Hunlarından Atila Avrupayı hemen hemen tamamen fethetmiş, fakat Türk yurdu yapamamıştır (Macaristan’da ölünce orası Fin-Ugur vatanı olmuştur). 

Uzak Doğu’da Moğollar tekrar Orhun nehri ve Baykal gölü civarına girmiş, bir ara “Avar” adıyla Türkistan topraklarında da yurt tutmuşlardır. Fakat Tanrı dağlarındaki Ön-Türklerle İlk-Türklerin, karışımı olan “Türkler” (Göktürkler) onları yenip tekrar Türk Yurduna sahip olmuşlardır. Onların devrinde Türk Ata yurdu Orhun/Baykal’dan, Çin Seddi’nden, batıda Ural dağlarına, İran sınırına ve Kafkaslara kadar uzanıyor, kuzeyde Sibirya, güneyde de Afganistan’a kadar çok geniş bir alanı kaplıyordu. 

Bu genişlemiş yurtta bir çekirdek Atayurt vardı, o da “Türkistan”dı. 

“Türkistan” coğrafya kavramı doğu edebiyatında 6. yüzyıldan beri kullanılmıştır. İngilizler bu kavramı 19. yüzyılda Batı literatürüne sokmuşlardır. Türkolog Prof. Dr. Baymirza Hayit ,Türkistan’ın dağlarını şöyle tasvir eder: 

“Burası, Humboldt’un „Asya’nın İsviçresi” diye anlattığı Altay dağları, diğer taraftan eski Türklerce Tanrıdağ olarak tanınan Tiyançan dağları ve bir diğer adı da “Dünyanın Damı” olan Pamir dağları ile çevrilidir. Bu suretle Orta Asya‟nın bir parçasını teşkil eden Türkistan, coğrafya bakımından Asya içinde merkei bir yer işgal etmektedir.” (27)

Maveraünnehir, Türk yurtları konusunda Altaylar ve Tanrı Dağları kadar önemli bir coğrafyadır. Kaşgarlı Mahmud (1071-1073), en eski devirlerde burasının tamamen Türklerin yurdu olduğunu, daha sonraları İranlı göçlerin arttığını belirtir. (III. sah. 111). 

“Kitab-ı Divanü Lugat-it Türk” adlı meşhur eserinde, Türkistan’ı dünyanın merkezi olarak gösteren bir harita yayınlamış ve yüce tanrının Türkleri bu merkeze bir misyonla yerleştirdiğini, hadislere dayanarak yazmıştır.(28) İngiliz tarih felsefecisi Arnold Toynbee de buna benzer bir görüş ileri sürmüştür:

“Türkçe konuşan uluslar, bu 1200 yıl boyunca (M.S. 4. yüzyıldan 17. yy.’a kadar), farklı uygarlıkların karadan bağlantısını, bozkır güçleriyle kontrol etmişlerdir. Gama (Vasco de Gama) öncesi dünyasının merkezi yurtlarından Türkler, atlarını koşturup fetih üstüne fetih yaptılar: doğuda ve batıda ve güneyde ve kuzeyde: Mançurya’ya ve Cezayir’e, Ukrayna’ya ve Dekkan Hindistan’a!”(29).

Bu merkez yurttan uzakta olan Tüken-Orhun bölgesi hakanların kutsal topraklarıydı. Ancak, Hun’larla başlayan Batı’ya kayış, Göktürklerden sonra “merkezi yurtta” toplanma sonucu doğudaki yerler Moğollarla dolmuş, Cengiz’le birlikte “Moğol ülkesi Moğolistan” olmuştur. Prof. B. Ögel’in dediği gibi, “artık oralara Türklerin anayurdu demek başka, Türklerin mukaddes başkenti demek ise daha başka oldu.”(30)

Cengizhan soyca Türktü, fakat Şeveyleri (Moğolları) Türk yurtlarına sokmuştur. Tarihin en muazzam imparatorluğunu kuran bu Türk-Moğol İmparatoru’nun ölümünden sonra Orta Asya’da, Orta Doğu’da ve Yakın-Doğu/Anadolu’da oğullarının ve torunlarının egemenliği hemen Türkleşmiştir; Orhun bölgesi hariç, o topraklar gene Atayurt ve yeni Anayurt (Türkiye) olarak tarihteki yerini almıştır.

Hazar-Aral göl ve denizleri bölgesini yurt tutmuş olan Oğuzlar (çoğu Ön-Türk/Saka kökenli, gerisi İlk-Türk Hun’ların torunları) bu yurtlarından göçüp Maveraünnehir’e gelmişlerdir; orada Müslümanlığı kabul edip diğer Türk “devletlerini” (Gaznelileri, Karahanlıları) yenmiş Orta Doğu’nun mutlak hakimi olmuş, 1072’de Malazgirt’te de Bizans’ı yenip Anadolu’nun kilidini açmışlardır. O tarihten sonra 1 milyonu aşan Oğuz-Türkmenleri Anadolu’ya göçmüş, büyük bir kısmını yeni Anayurt haline getirmişlerdir. Anadolu Selçukluları Haçlılara karşı yeni vatanlarını koruyabilmiş fakat 1243’te Cengizli/İlhanlıların egemenliğini kabul zorunda kalmışlardır.

13. yüzyılın başlarında Kayı aşiretinden Osmanlılar da Anadolu’ya göçünce bu toprakları tek bir bayrak altında birleşmiş, İstanbul’u da alarak anayurdun kalbi haline getirmişlerdir. Avrupa’da Viyana’ya kadar ilerleyip birçok ülkeyi yönetimleri altına almışlarsa da Kerkük, Hatay, Kıbrıs ve Trakya hariç diğerleri Türk yurdu olamamış, Osmanlı’nın çöküşüyle ayrılmışlardır.

15. yüzyılda Türk hakanı Babür’ün Afganistan ve Hindistan’ı fethetmiş, Safevi’ler ve daha sonraki Türk boyları İran’da egemen olmuşlar, ancak bu ülkeler de Türk yurdu olmamıştır. Bugün Türk Atayurdu ve Anayurdu, Doğu (Çin) Türkistanı’ndan Edirne’ye, Kıbrıs’a, Hatay’a, Kerkük’e ve Karadeniz’in kuzeyine (Kırım’a) kadar uzanan çok geniş bir sahayı kaplar.


III. En Eski Atayurt / Türklerin Esas Doğum Yerleri

Türklerin “Sarı Moğol” kökenli olduğuna inanan veya böyle bir peşin hükümle hareket eden bazı tarihçiler, Türklerin esas doğum yerini Uzak Doğu’ya, Moğolistan’a ve Altaylar’ın doğu yakalarına koyarlar. Aksine, Türklerin “Europoid/Beyaz” olduğu kanaatini besleyenler Ural dağlarıyla Aral gölü arasını beşik addederler.

1. Uzak-Doğu Tezi:

a- Dil açısından yer tespit edenler: Altayların doğusu Wiedeman (1838), Radloff (1891), Ramstedt-Kingan/Kadırgan doğusu (1928), Ligeti (1940), K. H. Menges 90. boylamın doğusu. (31)

b- Çin kayıtlarına göre yer tespit edenler: Klaproth (1824), Hammer (1832), Castren (1848), Schott (1849), Vambery (1885), Asistov (1896), Oberhummer (1912), E. Posker-Baykal’ın doğusu (1924),W. Koppers. Baykal’ın Güney batısı (1937).(32)

2. Güney Türkistan: Kırgız bozkırlarıyla Tanrıdağlar veya Altaylar arası tezi: G. Almasy (1902), etnolojiye dayanarak O. Menghin. Altaylarla Kırgız bozkırları arası, (1937) (33)

3. Batı Yönü Tezi: Sanat tarihçisi Strzygowsky (1935): Kuzeybatı Asya, Zichy. İrtiş’le Urallar arası (1938) (34)

4. Avrasya/Aral Gölü/Aral-Tanrıdağı Arası Tezi: Z. V. Togan (1928 ve 1946), Nemeth Gyula (1934), Necip çok (1943), J. P. Roux (1984 ve 1999-2001).(35)


Bu zıt tezler kargaşası, az önce belirttiğim gibi, tek bir bilim disiplininin penceresinden bakmaktan ve önce peşin hükümle yola çıkıp sonra bunu haklı çıkaracak deliller toplama hatasından doğuyor. Sadece kimi dil-lenguistik verilerine, kimi Çin arşivlerine, kimi etnolojiye/kültüre, kimi de arkeolojik-antropolojik bulgulara bakarak hüküm veriyor: Fili anlamaya çalışan körler fıkrası gibi.

Zıt iddiaların başka sebebi de, başka ırklardan farklı olarak, Türklerin bir değil, iki doğumla ortaya çıkmış olması tezinin iyi bilinmemesinden. Eğer Ön-Türklerin MÖ. 9000-7000’lerde Ural dağlarıyla Aral gölü arasında doğdukları, İlk Türklerin ise MÖ. 2500-2000 arasında Altay dağları arasında dünyaya geldikleri kabul edilirse, sorun çözülebilir: ilkinden “Azyanik” tabiredilen Sümer-Elam kavimler; ikincisinden de Hyung-Nu’ların (ve ataları Afasayevo/Andronovo insanları) bozkırlarda at oynattığı anlaşılırsa, zıt iddialar çok kere bağdaşmış olur. O iki soyun iki “ilk” yurtları tezi de çelişki değil, gerçeğini ifadesi olur.(36)




Bu iki “İlk Ata-Ana Yurt” şöyle özetlenebilir:

1. Ön Türklerin Doğum Yeri

Kaşgarlı Mahmud’un da işaret ettiği gibi, Balkaş ve Aral gölleri, daha dar olarak İrtiş-Talas nehirleri arası bir yerde. Bunu doğrulayacak arkeolojik-antropolojik kanıt yok. Türklerin çok eski efsaneleri ışık tutabilir, bir doğuş mitolojisine göre Türklerin ilk atasını dişi bir kurt Batıda “büyük deniz” (herhalde Aral gölü) civarında beslemiş, sonra da uçup onu kucağında doğuya götürmüş (37).

Bir başka delil, Ural-Altay ailesinden olan Türkçenin çok eski lehçesi batıdaki Çuvaşça’nın Fin-Ugur dillerine daha yakın, doğudaki Moğolcaya daha uzak oluşudur. Çuvaşlar ise dün de, bugün de Avrasya’nın Batı bölgesinde yaşamışlardır. Bugün Sibirya’da yaşayan Yakutların bir adı Saka’dır. Yakutça da paleo-Türkçe bir lehçedir, Sakalar da tarihte Türk yurtlarının doğusunda değil, batısında yaşarlardı.

Etnolojik bir başka husus da, Türklerin Fin-Ugur kavimlerine yakınlığıdır. Onların ilk yurtları ise Ural dağlarında ve Karadenizin kuzeyindeydi. Rasonyi de bunu, Aral gölü civarı olarak teyid ediyor (a.g.e., s. 3) Kroeber ise, Hint-Avrupa dillerindeki izlerden hareketle daha Batıyı gösteriyor (a.g.e., s. 212).

Nihayet, Ön-Türklerden Sümerlerin ilk yurdu Mezopotamya değildi; pek itibar görmeyen denizden (Körfezden) göçettikleri tezi bir yana, galip kanaat kuzeyden, Hazar denizini dolanarak geldikleri şeklindedir. Reşideddin’i kaynak gösteren B. Ögel (a.g.e., s. 56, 59), Isık Göl-Aral Gölü arasını kabul ediyor; Talas’a kadar (s. 60).

Bütün bunlar, Ön-Türklerin Altay ve Tanrı Dağlarıdan uzakta Batıda, Ural dağlarıyla Aral-Balkaş gölleri civarında aramak gerektiğini gösteriyor. Yıl da MÖ. 7000-5000.


2. İlk Türklerin Doğum Yeri:

Altay dağlarından batıya doğru uzanan ve Güney doğu Sibirya olan bozkırlar, İlk-Türklerden Hyung-Nu ve Hun-Kun kavimlerinin ilk göründükleri topraklardır (MÖ. 2000’ler). Burada arkeolojik-antropolojik kanıtlar da var: Brakisefal olan, fakat diğer özellikleri belirsiz Afasayevo fosilini (MÖ. 3000-1700) takiben tam İlk-Türk tipinde ve brakisefal Andronovo fosili (38) hep bu bölgede bulunmuştur. İlk Türklerin sonraki görünümlerinde hafif gözçekikliği bir doğu (proto-moğol) etkisine işarettir. 

Türklerin, Ural-Altay dillerinin orta yerinde (Fin-Ugurcaya da Moğolcaya da akraba) oluşu, hiç olmazsa bir kolumun en eski çağlarda doğulularla komşu olduğunu gösterir. Kültür tarihi de Moğolların ilk belirdikleri çağlarda onların Türklerden çok şey (ata binme, giysi, Türk oku…vb.) almış olmaları, eskiden beri komşu olduklarını anlatır. Şu halde İlk-Türklerin doğum yeri, Altaylar olmalıdır.

Bu tez ilerde daha başka delillerle de takviye olursa, Türklerin doğum yerini kah doğuda, kah batıda aynı kuvvetle gösteren iki tarafın da haklı olduğu ortaya çıkacaktır.



Etrüsk Uygarlığında Türk İzleri Etrüsk Medeniyetinin Tarih İçindeki Yeri ve Önemi: Uygarlık tarihçilerini asırlardır en çok meraklandıran, heyecanlandıran ve ilgilendiren; Sümer, Mısır, Girit, Olmek-Maya-İnka gibi 3-4 medeniyetten biri de İtalya’daki Etrüsk’lerinkidir.

Roma uygarlığı ve imparatorluğu başlamadan yüzyıllarca önce, İtalya’nın Kuzeybatı bölgesinde (Etrürya’da) diğer Latin ve İndo-Cermen İtalyotlara benzemeyen bir kavim yaşıyordu. Kendileri adlarını “R-Asena” (Kurtsoyu) olarak biliyor, İtalyotlar ise onlara “Tir-hen” ve “E-trüsk” gibi isimlerle tanıyorlardı. 

Başlarında “Tarquin” ve “Tarquan” şeklinde söylenen bir kral sülalesi vardı ve bunların iki prensi kaçırılıp Tiber nehrine salıverilmiş, bir dişi kurt Romüs ve Romulüs adlı bu iki kardeşi emzirip büyütmüş. Büyüyünce “Roma” adını verdikleri bir şehir kurmuş, çoğalmışlar, bir ara da surların dışındaki “Sabina” İtalyotlarının kızlarını kaçırıp üremişler. “Romalılar” uzun süre Etrüsk “tarkan”larına tabi olmuş, MÖ. 309’da başkaldırıp MÖ. 200’de  Romalılar İtalya’da tek egemen güç olarak kalmış. 

Ancak kültür ve medeniyetlerinin çoğu (dişi kurt heykelleri dahil) Etrüsk’lerinkinden alıntı veya etkili olmuştu. Etrüsklerin medeniyeti Akdenizin en parlaklarından biriydi. W. Brandeistein, “İsa’nın doğumu sıralarında Etrüsk dili ortadan kalkmış ise de kültürel mahsulleri bugüne kadar etkili olagelmiştir.”(39) diye yazıyor. Bugüne kadar devam eden teknolojik öncülüklerinden biri de Roma başkentinin hala kullandığı yeraltı kanalizasyon sistemidir.(40)

Van Loon, Ege’den geliş teorilerini inceledikten sonra, “Geliş sebepleri ne olursa olsun, Etrüskler tarihte çok büyük bir rol oynamışlardır. Eski medeniyetlerin polenlerini Doğu’dan Batı’ya taşıdılar. Kuzeyli bir halk olan ve bildiğimiz gibi ilkel seviyede bulunan Romalılara mimarinin ve sokak inşaatının ve savaş tekniğinin ve sanatın ve yemek çeşitlerinin ve tıbbın ve astronominin ilk kurallarını bu Etrüskler öğretmiştir.(41)

Etrüsklerin Roma medeniyetine diğer katkıları arasında tarımda ve madencilikte ileri teknoloji, ileri deniz taşımacılığı, tartı sistemleri, hidrolik mühendislik vardı.(42) Buna ilaveten aynı kaynak, Etrüsk’lerin daha il gelişlerinde “medeni hayatın aniden çiçek açtığını ve ondan evvel İtalya’da mevcut Villanovan Demir Çağı’nın ilkel yaşayışıyla tam bir tezat oluşturduğunu” yazıyor (a.g.e., 66). Etrüsk tanrısı Tinia Romalılarca benimsenmiş, fakat değiştirilip Zeus’a benzetilip Jüpiter olmuştur.(43)




Etrüsklerin Menşei


A. Farklı Tezler: Bu konuda 3 teori vardır:

1. Etrüskler, Batı Anadolu’daki Lik’lerin ve Lid’lerin “Turska” koludurlar ve MÖ. 1000 tarihlerinde deniz yoluyla İtalya’ya gelip (44) yerleşmişlerdir. Hint-Avrupa veya Semit kökenli değildirler. Ural-Altay grubundan olabilirler;

2. Etrüskler Alpler ve Balkanlar yoluyla İtalya’ya kuzeyden girmiş ve Etrürya’ya yerleşmişlerdir.(45) Muhtemelen, Truva 1 ’i de kuran Pelaj’ların bir koludur. Hint-Avrupalı ve Semit kökenli değildiler;

3. Etrüskler hiçbir yerden gelmedi, en eski çağlardan beri İtalya’da yaşayan bir kavimdiler. Daha sonra İtalya’ya giren Hint-Avrupalı İtalyotlarla karışarak tarihi Romalılar olmuşlardır.(46)

İtalyan arkeolog ve antropologların çoğu 2. ve 3. teoriyi destekliyorlar; fakat Dyonisus’ten beri Etrüsklerin Ege kıyılarından deniz yoluyla göçettikleri, klasik kaynaklarda kanıtların fazlalığı dolayısıyle, ağırlık kazanıyor. Gene de, Kuzey Anadolulu-Trakyalı bir grup Ural-Altay kökenli Pelajların da İtalyaya kuzeyden girip Etrürya’da Ege’den gelme soydaşlarıyla karışmış olmaları, buna ait delillerle desteklenebilir.

Her iki şekilde de Doğu Ural-Altay kökeni söz konusudur. 3. Teoriye gelince, tek başına Etrüsk varlığını izah etmesi imkan dışıdır. Fakat denizci ve Balkanlı Ural-Altaylılar gelmeden önce Etrürya coğrafi bölgesinde eski bir kavim de herhalde yaşıyordu ve yeni gelenlerce “asimile” edildiler. İtalyalı “Etrüsk” halkı böyle oluşmuş olabilir.


B. Türklerle İlişkiler

1. Adları: “Türklerin adları” bölümünden değindiğimiz gibi, özellikle Hint ve Mısır kaynaklarında “Türk” adı “Turska”, “Turuşka”, “Tursk” şekillerinde ifade edilirdi. Ünlü Etrüskolog J. H. Breasted, Mısırlılarda “t-r-s” sesinin Yunancada “T-r-r” şeklini aldığını ve Etrüsklerin diğer adı olan “Tyrhen”in bunlardan türediğini belirtiyor.(47) Etrüsklerin, Romalıların ilavesi olan “E” kaldırılınca, “Trüsk” adı ortaya çıkıyor. “Tuska” da (r) ve (s) mübadelesine uğramış Etrüsklere ait yer ismidir: “Tuskani”


2. Kral ve Tanrıça Adları: İsim konusunu derinliğine inceleyen E. Richardson (48) “Tirsen” (oi) ekli aın Grekçe olmayan ve prens anlamına gelen “Turanos” kelimesinin bozulmuş şekli olduğunu ve Etrüsklerin ilk yurdu olan Ege-Lidya bölgesinde “Turan” adlı bir yer bulunduğunu, Etrüsklerin de bir tanrıçalarına “Turan” adını verdiklerini belirtiyor. (a.g.e., Önsöz, s. 7) “Tarkan” adı ise Etrüsk krallarını sülale ismi olup ilk olarak “TAGES” efsanesinde geçiyor: “Tyrenus‟un kardeşi veya oğlu “Tarçon”, Tages adlı bir hayalet görür ve sonunda “Tarkinya” bölgesinin kralı olur.”(49) Orta Asya Türklerinde de “Tarkan” (prens) adının mevcut olduğu malum (Türkiye Türkleri de hala bu adı takıyor).


3. Tanrı, Totem ve Kutsal Hayvan Adı: Dişikurt Rasenna bunun semboluydu. Roma’nın Etrüsk prenslerince kurulan efsanesinde de dişi kurt vardır ve bebek emzirmesi motifi Göktürkler'inkinin aynıdır. Bunu işleyen heykelleri her yere dikmişlerdir. Romalıların “R” ilavesi kaldırılırsa, “Asena” adı çıkar ki, bu da İslam öncesi Türklerin “dişi kurt” sembolleriydi. Çin’e giren Çu (Çin’in Çeu sülalesi) Türkleri de “Asena-Aşina” adlı bir aileden geldiklerini söylerlerdi.(50) Etrüsklerin en ulu tanrısı Tinia, kelime kökeni olarak “Tin”dir; Sümercede ve Doğu Türkçede “tin” ruh demektir. Sümer ve İslamiyet öncesi Türklerin tanrısının eski söylenişi de “Tingiz, Tengir ve Tengri” şeklindedir (R. O. Türkkan). Cengiz Han’ın soyadı “Borü-cina”nın “Börü/Kurt-Aşina”dan türediği anlaşılmıştır.(51)


4. Dil Yapıları: Orhun yazıtlarını çözmüş olan Danimarkalı dilci Wilhelm Thomsen, dil akrabalığını bulmak için kelime -vokabüler- benzeriklerine tam güvenilemeyeceğini, çünkü pek çok etkinin ve alıntının söz konusu olabileceğini hatırlattıktan sonra şu kesin kuralı koyuyor: “asıl rol oynayan gramer yapısına bakmak lazımdır.”(52)

Sümerce konusunda da yaptığımız gibi, Etrüskçe’ye de böyle yaklaşalım (Etrüsk grameri için M. Palotino’nun “The Etruscans” adlı son eserinin İngilizce tercümesinden, Türkçe gramer için ünlü Türkolog ve lenguist Jean Deny’nin “Grammaire de la Langue turque”ün 1921 baskısından ve Adile Ayda’nın üç eserinden(53) yararlandım.)

Gramer ve Sentaks: Dil yapısı olarak Türkçe de, Etrüskçe de, Büklüm (Affluxion) dillerden (yani Hint-Avrupa veya Semitik) değil, Eklemeli/bitişik (agglutinant) yapılı olanlardandır. Ama “Ural-Altay” ailesinin bütün mensupları (Fince’den Moğolca’ya kadar) bu özelliği taşır. Tür (janr) ve artikel yokluğu, fiil çekimlerinin edatlarla yapılması, ön ek yerine son ekin (hem de yapışık olarak) kullanılması, sıfatları isimden sonra değil önce gelmesi gibi özelliklerde Ural-Altay dillerinde ortaktır. Yani sade Türkçeye has değildir. Fakat Türkçeyle Etrüskçenin kendi aralarındaki özellikler başkadır.

- Etrüskçe “Larth-al-iş-la” (aslında kesiksiz). Bir isim ve 3 ekten oluşuyor. Türkçede (gene kesiksiz okuyun): “komşu-lar-ın-ki”.

- Etrüskçede sıfatlar son eklerle belirtilir. En sık kullanılanı da “NA”dır. Türkçede eskiden buna sık rastlanırdı; modern Türkçede (hatta Türkiye lehçesinde) hala aynen var: “Taparcası-NA”, “AzarlarcasıNA”

- Bir yerin yerlisi anlamında, etrüksçe: “RomaL” denirken, Türkçede “Roma-Lİ” şekli kullanılır. (bu örneği yorumlayan A. Ayda, Etrüsk yazısında çok kere ünlü (sesli) harflerin yazılmadığını hatırlatarak, Türkçedeki sesli harfle bitiş farkının bundan ileri gelmiş olabileceğini yazıyor.) Gene de benzerlik aşikar.

- Çoğul eki için; Etrüskçede “AR” veya “ER”, Türkçede “LAR” veya “LER” konur. Carra de Vaux, “Etrüskçe‟nin, Türkçedeki “L”yi yazmadan çoğul yapışı, Türkçede bunun sonradan çıkan bir ses kolaylığından doğmuş olabilir” (54) diyor. Haklı olabilir, çünkü modern Türkçede hala “L”siz çoğullara rastlanıyor: “üçer üçer; onar onar.”

Daha çok benzerlik var. Mesela Etrüskçe’de mekan eki “Volsini‟THE”, Türkçede “İzmir‟DE” veya meslek belirtici Etrüskçe “thi”, Türçe “ci” (çuvaş lehçesinde “zi”) gibi. Ve fiillerde, kelime sıralamasında vs. vs.

Richardson, çeşitli iddiaları gözden geçirdikten sonra şu sonuca varıyor: “Etrüskçenin bir Hint-Avrupa dili olduğunu sanan ilim adamları hatalarını anlamış, yapı bakımından Ural-Altay diline yakınlığını kabul etmişlerdir. Hatta “Roma” adının bile eski bir Etrüsk kelimesinden türediğini kanıtlamışlardır.” (a.g.e., s. 24).

Prof. Lissoner de bu sonucu doğruluyor: “Etrüskçenin dil yapısı dolayısıyle Ural-Altay dil ailesinden olduğu artık şüphe götürmez. Buna İtalyan Etrüskolog M. Pallotino da (55) Braasted de (56) katılıyorlar.

Kelime Benzerlikleri: Kelime benzerlikleri Thomsen’in dediği gibi her ne kadar fazla güvenilemezse de aynı veya çok yakın ses ve hele anlam olarak çok sayıda görülüyorsa, delil olarak kabul edilebilir.

Bir vakitler İtalya’da elçi olan Etsüskolog Adile Ayda, rastgele 40 kadar kelimeyi örnek gösteriyor. Bunlardan 28’ini zorluksuz kabul edebilirim. Önceleri, tereddütle karşıladığım “ben” anlamına gelen Etrüskçe “mi” ve “mini” sözleriydi. Türk lehçelerinin çoğunda “ben” yerine “men” kullanılır; Sümerce’de de, Etrüskçede de bu öyledir. Fakat İndo-Cermen dillerinde de benzer bir durum olması (“me”, “moi”) kafamda soru işaretiydi.  Ancak Prof. Koppers, İndo-Cermenlerin Türklerden etkilendiğini belirtmesi (bkz. Sümerce bölümü) soru işaretini kaldırdı.

A. Aydan’ın 28 “iyi” örneğinden bir kaçı (dikkat: latincede “C” bizim “K” gibi okunur).
- Avgur =Uğur
- Cam (kam) =Kam (Şaman)
- Templ (um) =Tapmak, Tapınak
- Aegr =Ağrı
- Curul (iş) =Kurul
- Atta =Ata
- Apa =Apa, büyükbaba
- Begoe =Beğ, Bike
- Cap (e) okunuşu = “Kape” = Kapı, Kapak
- Anan (c) =Onun (g)
- Tarquin (us) =Tarkan
- (R) asena =Asena (dişi kurt)
- Tepe =Tepe, Tepeğ.. vb.
- Ani =Ana

Kızılderili dillerindeki hem Etrüskçeyle, hem de Türkçeyle ortak bir iki kelimeyi de ekliyeyim:

- Tepe/Tepeg/Tepeu (Orta ve Kuzey Amerika Kızılderililerde)= TEPE
- Kapana (Ak-Kapana) (Orta ve Kuzey Amerika Kızılderililerde)= KAPI
- Kapak-tokon (Aymara-İnka Kızılderililerinin “Kapalı Yurt” efsanesi)
Kızılderililerde, Etrüsklerde, Türklerde aynı okunuş ve aynı anlam taşıyan bu sözcükler, binlerce yıldır yokolmayan delillerdir.


5. Antropolojik ve Genetik Yapıları
(Irkları) Bunu dört türlü tespit etmek mümkün oluyor:

a. Mezarlardan çıkan iskeletlerin ölçümüyle (kafatası, boy, burun v.b.);
b. Tarihi kayıtlarda “tip” tasvirleriyle;
c. Heykellerde belirgin özelliklerle (göz şekli, burun, boy, v.b.);
d. Etrüsklerin yurdunda halen yaşayan halkın kan gruplarıyla (genetik ölçümler ise yeni başladı).


1. Antropolojik Bulgular: Etrüsklerin Türklerle ilişkisi hakkında yerli-yabancı birçok araştırmacı (başta Adile Ayda), çeşitli bilim alanlarından deliller/kanıtlar göstermişlerse de, antropoloji çoğuna yabancı bir ilim dalı olduğundan bu konuda sessiz kalmışlardır. Oysa bir toplumun çoğunluğunun fizik yapısı en azından dilleri kadar önemli bir işarettir. Hele menşe iddia edilen başka ırklara kesin benzemiyorlarsa, ilave bir kanıttır.

İsviçreli antropolog Prof. E. Pittard, tarih ve ırk konusunda en büyük uzmanlardan biridir. Bu isimli kitabında (Les Races et l‟Histoire), İtalya yarımadasının antropolojik yapısı olarak dört ırk tipi tespit ediyor; bunlardan ikincisi, yuvarlak kafataslı (brakisefal) “Homo Alpinus”ün Etrüsk bölgesinde yaşadığını ve diğerlerinden farklı olduğunu belirtiyor. (Bilindiği gibi Türklerin de yüzde 92’si Brakisefaldir (Yuvarlak başlı). şu ilginç ve biraz da abartılı yorumu yapıyor:

“İtalya’nın aydın (entelektüel) büyüklüğünde damgasını basanlar, güneydeki İtalyot dolikosefaller değil, kuzeybatıdaki Brakisefallerdir. Hatta askeri güç geliştirip İtalya’nın birliğini kuranlar bunlardır. “Cavour”lar, Garibaldi’ler bu brakisefallerden değil miydi? (57) oldu olacak, İtalyan Rönesans ressamlarının çoğunun Etsüsyalı olduğunu da söyliyebilirdi. (... Vinci, Mikal Angelo vb.!)

Amerikalı antropolog Prof. Roland Dixon, klasik “ırklar” araştırmasında, Etrüsklerin ölülerini yakmaları yüzünden (58) az fosil ele geçtiğini, tesadüfen bulunanların da hep kuzeyde, Etrüsk bölgesinde ve “Po” vadisinde ele geçtiğini, Alpin ve Pale Alpin brakisefallere rastlandığını kaydediyor, daha sonra da, Romanın soylu sınıfı aristokrasisini bu Etrüsklerin oluştuğunu belirtiyor. (59)

Tabirler şaşırtabilir; bu antropologların “Alpin” dedikleri, Türklerin de ecdadı olan “Alp” ırkıdır, “Palea-Alpin” ise burun şekli biraz farklı “Alp” soyudur.

Fransız antropolog Prof. G. Poisson da Etrüsk bölgesinde ölülerini yakma geleneği yüzünden az iskelet bulunduğunu kaydettikten sonra, Heredot’u teyiden Etrüsklerin Anadolu’dan geldiklerinin fiziki delillerini gösteriyor.(60)

Hele Prof. Calvin Kephart, Etrüsklerin soyunu apaçık “Turanlı” ve “Türk” tabirleriyle tanımlıyor,(61) hatta köklerini Sümer’den Batı Anadolu, oradan da İtalya olarak çiziyor (302-303). Bir başka Amerikalı antropolog Carleton Stevens de Etrüsk mezarlarında bulunan kafataslarının ölçümleri yoluyla Batı Anadolu Alp ırkıyla bağlantı kuruyor.(62)


2. Kan Gruplarının Anlamı: Bugün Etrüsk yöresinde yaşayan Toskana halkının kan tahlili sonucunun onları Batı Anadoluda yaşayan Türklerle bağlantısını kuran A. W. Bijwank’ın raporunu zikredip (63) , bu “ırk/kan” çizgisini kapatalım.


3. Heykellerin Anlattığı: Heykellerin ölçümleri de yuvarlak kafatası, düz burun ve “badem göz” şekliyle, Hint-Avrupa kökenli diğer halkların uzun baş (dolikosefal) ve düz göz şekliyle farklılık gösteriyor. Roma Müzesindeki lahit üzerinde tam boy karı-koca heykelinin tipi tamamile “asiatic” olup, bunun birçok Türkün “badem göz” tipiyle aynıdır; Romalılara benzemeyişleri müzeyi gezenleri hayrete düşürmektedir; (MÖ. 530 yılına ait).(64) şu büstler ve heykeller de aynı tiptendir:


Hermes (MÖ. 510, bıyıkları da Hunların uzattığı türden);(65) Apollo (aynı yıl, aynı müze), Maenad kafası (66) ve nihayet, MÖ. 490’ a ait bir savaşçı başı (67) : Bu büst, Hun usulü sarkık bıyığı ve İnka (Kızılderili)ların savaşçı miğfer şekliyle ilginçtir. Floransa’daki Etrüsk müzesinde de bu tip heykeller ve büstler doludur. Buna rağmen çekik göz özelliğini sergilemeyen pek çok Etrüsk büstü varsa da, Türklerin bir koldan araları olan Alpinlerin düz gözkapaklı olduğu ve bugün de Batı Türklerinin: 42-77 kadarının bu tipte olduğu unutulmamalıdır. Zaten o büstlerin de kafa ölçüleri diğerleri gibidir.


4. Kültür özelliklerinde Benzemeler

Kadının Mevki: Etrüsk toplumunda kadının yüksek mevkii vardı. Eve de kapalı değildiler. Dini törenlere, yarışlara, temsillere, ziyaretlere kocaları ile birlikte giderlerdi. Buna başka milletler, mesela Yunanlılar çok şaşardı.(68) İslam öncesi Samiler (Araplar) da. Evli çiftlerin sıcak ilişkisini, az önceki lahit-üstü karıkocanın heykelleri ne güzel canlandırıyor! İslamiyet öncesi Türk törelerinde de kadın eve ya da çadıra kapanık değildi, hatta kağanlar bile tahtta eşlerini yanlarına oturturlardı.

Bitişik Ok’lar Sembolü: Romalıların “bölünmezlik kuvvettir” anlamında bitişik uzun oklardan oluşan bir sembolleri vardı. “Fascie” (Fasces) denilen bu simge 20. yüzyılda Musolini’nin “Faşistlik” amblemi olmuştu. Aslı Etrüsk’tü ve boylar “ok”larla temsil edilirdi. Türklerin Oğuz Kağanı da oğullarına, ayrı okları kolaylıkla kırdıktan sonra bitişik ok demetini almış ve nasıl kırılamadıklarını, onun için de Oğuz boylarının (ok’larının) birleşik kalmalarını tavsiye etmişti (Bozok’lar ve Üçok’lar böyle oluşmuştu.(69)

Müzik: Bildiğim kadarıyla Etrüsk müziğinden örnekler bulunamamıştır. Fakat Etrüskolog A. Ayda, fransızca kitabının bir dipnotunda, “Toskana” (yani Etrüsk bölgesi olan, bugünkü İtalya’nın ili) köylerini gezerken, bugün bile “TURKİNA” denilen türküler okunduğunu duymuş (a.g.e., 196).


Pazırık  halısından detay: Kuyruğu  düğümlü Savaşçı / Saka-Türk Dönemi


At Kuyruğu: Floransa’da Tarquinia’da Etrüsk müzesinde, kuyrukları düğümlü bir çift at heykeli gördüm. Kuyrukların böyle düğümlenmesi, Osmanlılar dahil, Türklerin geleneklerindendir.

Al Rengi: Etrüsk’lerde kırmızı renk kutsaldı. Bu, Roma’lılara geçerken, mor rengi öne geçip al ikinci sırada kalmış. Türklerde, yalnız Osmanlı ve Cumhuriyet devirlerinin bayraklarında değil, Türkmenistan’da Çakmaklı Taş Kalkolitik çağının evlerinin, duvarlarında ve Çin kayıtlarına göre Hunlarda kırmızı renk kutsaldı (Eberhard’a göre “ehren” yani “derince” “yogunca” sevilirdi. Gök mavisi ve turkuaz renkleri Göktürkler zamanında sevilir oldu).

Sanatta Hayvan Stili: İskit ve Altay Türklerinin “gerçekçi stilde” hayvan üslupları hakkında M. İ. Artamanov (70) ile Nejat Diyarbekirli’nin (71) kitaplarındaki resimlerle, Etrüsk müzelerindeki hayvan heykellerine ve Raymond Bloch’un kitabındakilerine bakmak, akrabalığı anlamaya yeter.

Kutsal Kuşlar: Hem Türk (Yaratılış), hem de Fin (Kalavela) destanlarında dünyanın yaratılışı sırasında tanrıyla birlikte yanında uçan “kutsal kuş” Etrüsk mitolojisinde de vardır. Türklerin-Yakut boyu Şamanlarında, Kızılderililerin -aynen bizimkilerine benzeyen- yaratılış destanlarının sonunda, hatta Hacı Bektaş Veli’nin “kuşa dönüşmesi” efsanesinde, bazı kuşlar insanlarla yaratıcıları arasında aracı ve yardımcı rol oynarlar. (72) Aynı rolde kuşlar, Etrüsk mitolojisinde de tıpatıp vardır.(73)

Ve diğer: Oğuzların 24 boyu ile Etrüsklerin 12x2 esasları, kuyumculuk ve yönlere ait huzafeler... vb. Bukadar “aynı yerde kesişen delil çizgileri” Etrüsklerin Türklerle ilişkisini fazlasıyla kanıtlıyor.



Ord. Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan
Türk 2000 Vakfı Başkanı, Columbia Üniversitesi Eski Öğretim Üyesi
TÜRKLER - CİLT 1 [s.409-423]
Yayın Kurulu Başkanı : Yusuf Halaçoğlu; Yayın Danışmanı : Halil İnalcık
Dipnotlar:

1) A. Fera Uzmay-İnan, Türk Tarih Tezlerinin Ana Hatları, 1934.
2) Dr. Afet Uzmay, “Türkiye Halkının Antropolojik Karakterleri… vs. Belleten, C. IV, 13, s. 43.
3) Yakın Şark, Uzak Şark (Ş. Günaltay) Türk Antropolojisi (Ş. A. Kansu) “Anadolu Ön Tarihi (H.C. Çambel).
4) 1917’de Rus Çarlığı dağılırken oradaki Türk toplulukları Kazan’ın UFA kentinde toplanmış, bir kısım (iddiaya göre S. Maksudi) Rusyad’an büsbütün kopmadan dini muhtariyetin yeterli olacağını, başka gruplar ise (Z. V. Togan) siyasi bağımsızlık tezini savunmuşlardır. Bilahare, Sovyetlerin kurulması ile her iki profesör de Atatürk’ün himayesi altında Türkiye’ye iltica etmişlerdir. Dr. R. Galip başka bilgiler ileri sürmüş, Togan yüzünden Türk Birliğinin kurulamadığını Turancı bir heyecanla ileri sürmüşler, Atatürk de dinlemiştir. 1939’dan sonra Z. V. Togan Türkiye’ye dönmüş, Türkçü hareketlere katılmış, İnönü devrinde tutuklanmış, fakat beraat etmiştir. (23’ler olayı)
5) Bu konunun daha geniş şekilde işlenişi şu eser ve yazılarımda bulunabilir: R. O. Türkkan, “Turks in Retrospect, 1956, New York; Turkish-American Encyclopedic Digest, C. I, 35, 1971; “Biz kimiz” 1989, Sh. 15; Türk 2000 P., 1992, s. 10+Yaykur derslerim, 1976.
Ayrıca, Z. V. Togan, L. Rasonyi, C. Anadol, B. Ögel, Ş. Kafesoğlu gibi yazarların Türk Tarihi üzerine eserlerinde ve Türk Dünyası El Kitabı ile TÜRK (1966) ve İslam (1974) Ansiklopedilerinin “TÜRK” maddelerinde etraflı bilgiler verilmektedir.
6) Z. V. Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, 1946, s. 37 (Ayrıca, Turfan Koço’da bulunan Uygur belgelerinde de “Türk-Uygur” anlamında “TurusKa” şeklinde yazılmıştır). J. Marguart “Turukha=Türük Die Chronologie der alttürkischen Insehriften, 1898.
7) Etrüsklere Romalılar “Tuski” ve “Turscum”, Grek’ler ise Tursenoi ve “Tur-hanoi” diyorlardı (Poly Real-encyclopadie der Klassichen Altertums-Wissenschaft, VII, s. 1909).
8)Pliny-vi 13, Mela, DeSitv Orbis 1.21 (“İrkae” dediği Bulgarlar için de geçiyor).
9) Th-Birth Rhenisches Museum-F. Phil.n.F. 1896, C. 51 s. 516.
10 )A. Ayda, Les Etrusques etaient des Turcs-Preuves, 1985, s. 335.
11) Prof. Hasan Cemil, 1. Türk Tarih Kongresi, s. 211.
12) Z. V. Togan, a.g.e., s. 36, 37.
13) Batı Türkistan‟da Harezm‟de geçen Saka-Türk ve Med Savaşları Şehname’de “İran-Turan savaşları” olarak geçer.
14) İ. Kafesoğlu, 1976, Prof. M. A. Köymen, A. Alpman, Salim Koca, İ. Cansız v.b.
15) Dr. Breasted, “Etruscans, s. 462, aynı gözlemi yapmıştı.
16) İlk Türklerin de bir koldan ataları olan Ural-Altaylı Fin’lerin ülkelerinde bir bölgenin adı “Turku”dur.
17) Türk Tarihi üzerinde Toplamalar, 1935, 1. Bölüm, s. 6.
18) Kitab-ul Cumahir, Krenkov, Haydarabad, I, 205. Gazneli tarihçilerde (Gerdizi, Beyhaki) aynı fikirdedir. (F. Sümer 51)
19) Divanü Lugat-it-Türk, Besim Atalay Tere. III, 412-416.
20) el-Bidaye…vs. Kahire 1348, XII, 48 (F. Sümer’den).
21) Jean Deny:Grammaire de la Langue turque, 1921, s. 236 ve Minorsky-Hudud ul-alem notları s. 311.
22) Bir konuya “Dünden” yani başlangıcından başlamak adettir, (konumuzla ilgili olarak da en eski Anayurttan) Fakat yeni psikoloji araştırmaları bilakis “en yakın zamandan” başlamanın konuyu daha sarahatla kavramaya faydası olduğunu ortaya çıkarmıştır. Kolay görülenden, bilinebilenden hareket edilince, sisler içinde olan “başlangıçlar” adım adım daha kolay farkedilir. (Dr. D. F. Pennington, A Memorease, Tor Educ. İnc.) Aynı anlatım planını Prof. J. P. Roux’un “Histoire des Turcs”de de önerdiğini görürüz, (1984, s. 27.
23) H. Vambery, Das Türkenwolk, Leipzig.
24) Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan.
25) R. O. Türkkan, Türkkan 2000 Antiklopedisi, Şubat 1992, s. 13, bkz. Biz Kimiz, 1989, s. 18-19.
26) “Esir Türkler”, 1980, s. 12.
27) Harita, Besim Atalay Türkçe tercümesinin 2. cildinde (1940-TDK) arap harfleriyle yayınlanmış, bunların latin alfabeli karşılıkları için bkz. “Türk Kimliği” B. Güvenç, 1993, son s.
28) Civilization on Trial, 1948, Oxfod niv. s. 69-70.
29) Türk Kültürünün Gelişme Çağları, 1988, s. 56.
30) G. J. Ramstedt, 1915, 1928 Journal da la Société Finno-Orgréenne XIVIII/4.
V. Radlov “Olsezrations”, Touçnal Asiatizue,
Ligeti “Bilinmeyen İç Asya”, C. II, 227, 231.
H. Varmbesy, “Das Tüşkenvolk”, Leifozig, 1885.
E. Parker, “A Thousanad Years of the Tartars”, 1924.
Asistor, “Jiveya Starina” 1896.
Kfapzzolh, “Mémoises Rehatif l‟Asie”, 1824.
31) W. Koppers, “Pferdeopfer und Pferdekulter und Pferdokultuer und Lingcistik”, II, 1936 (ayrıca ..... Blenz, Belleten V, 1941)
32) G. Almasy, “Zentralasien…” Keleti Szemle III (1902)
O. Menghen, “Yungpalaolitisehe…” LXIII, 1928, 1938
33) Ş. Günaltay, “Türklerin Anayurdu ve ......... Meselesi”, Tarih seminerleri1, 1937.
34) Z. V. Togen, a.g.e., 384 v.s.
Necip Üçok, “Filoloji Bakımından Türkler ve Komşuları”, Ank. Del tacik Fak Dergisi, 1943, IV, 7-18
Nemelh Gyula, “Türklerin ......... Çağe”, 1934 ve Ülkü XV, Ankara 1940.
J. P. Roux, “Historse des Tures”, 1984
35) R. O. Türkkan, “Türklerin Ataları…” Türk Dünyası Araştırmaları” Haziran 1987 sayısı. Ayrıca, Türkish-American encyclopedic Dig.
36) Z. V. T. Umumi Türk Tarihine Giriş, 15.
37) Balkış-İtil-Obi çevresi, Tunç Çağ: MÖ. 1700-1200.
38) W. Brandeistein, “Etrüsk Meselesinin Şimdiki Durumu”, 1937, Massimo Pallotino, The Etruscans, 1975, s. 182 (başka kulferde de).
39) Tarih kongresi, s. 219.
40) Hendrick Van Loon, The Story of Mankind, 1938, s. 93.
41) Pallotino, a.g.e., s. 182.
42) Prof. Agnes Carr Vaughan’ın 1964’de Smith College’indeki konferansından.
43) Heredotus, (I,, 94) ve Hellanicus (Dyonisus’tan atfen I, 28).
44) Dyanisus (Halikarnasus) Roman Antiquities (XXV-XXX); Strabo, V, I, 10-11; A. Akerström, Der Geometrische Stil in İtalien, 1943, s. 1567. Brandeistein, a.g.e.; G.A. Wainwright, “The Teresh, the Etruscans and Asia Minoz”, Anatolian Studies IX, 1959, s. 197++.
45) Trombetti, La Lingua Etrusca, 1928.
46) “Etruscans”, 1938, Literary Guild of America, s. 462.
47) “The Etruscans” 1964, Chicago ve Londra, s. 24 ve 368.
48) Vaughan, a.g. konf. zabıtları, 50, 51.
49) B. Ögel, “Türk Mitolojisi”, 1971, s. 27.
50) Bkz. “Cengiz” bölümü (secere kısmı).
51) Academic Royale des Sciences et Lettres de Danemark, sayı 4, s. 375.
52) “Les Etrüsques étaient des Tures” (Preuves), 1985. “Etrüskler Türk mü idi?” 1974. “Türklerin Ataları”, 1987.
53) “The Living Past” 1957, sh. 27.
54) “Etruscologia” 368.
55) A.g.e., 462.
56) s. 171 ve 176.
57) The Racial History of Man, 1923, s. 141.
58) Dixon, a.g.e., s. 144.
59) Le Peuplement de l’Europe 1939, 312, 329.
60) Races of Mankind, 1960, s. 142, 247, 302.
61) R. Bloch’dan naklen, “The Ancient Civilization of the Etruscans”, 1969, s. 185.
62) Beşinci Türk Tarihi Kongresine Sunulan bildiri, tutanaklar, s. 167.
63) Roma, Musco Nazionale di Villa Giula.
64) Aynı müze.
65) Juno Sospita tapınağından, MÖ. 5. yy. başları.
66) Aynı müze.
67) A. Ayda, Türklerin İlk Ataları, s. 83.
68) Dil bilimcilere göre “Oğ+uz” kelimesi, “Ok+lar/Boylar” demektir. En eski Türkçede (z) eki çoğul olarak kullanılırdı.
69) L‟Art Barbare Scythe, 1971, s. 12.
70) Bozkır Sanatı, 1974.
71) The Ancient Civilization of the Etruscans, A. A., 195.
72) W. Radloff, “Sibirya’dan Seçmeler” (Ahmet Temir tese. s. 241) ve B. Öğel, “Türk Mitolojisi”, s. 29.
73) Jacques Heuzgon, “La Vie Quotidienne chezles Etsusques” 1963, s. 150.



ilgili: